19 Ağustos 2015 Çarşamba

Yaşam ve Ölüm Arasında Sallanan İktidar Sarkacı: Biyopolitika

Polis tarafından “cinayet işlenmeksizin” katledilmiş tüm direnişçilerin anısına…

Biyopolitika kavramı günümüzde sıklıkla kullanılıyor olmasına rağmen kavramın neye işaret ettiği pek çok okur için büyük bir soru işareti olarak varlığını koruyor. ‘Anlam’ın Derridacı kayganlığından, biyopolitika kavramının da hakkını fazlasıyla aldığı aşikâr… Biyopolitikadan söz edildiğinde insanların aklında birbirinden farklı pek çok imge canlanıyor. Kavramın temsil ettiği söylem ve pratiklerin (Klasik Çağ’dan günümüze uzanan) çeşitliliği bu durumu daha da pekiştiriyor. Kavramın sahip olduğu genişlik söz konusu anlam karmaşasının başlıca sebebi olarak karşımıza çıkıyor.

Doğum ve ölüm oranları, DNA üzerinden suça eğilimlilik testleri, yaşlılık ve hastalıklarla ilgili istatistikler, koruyucu hekimlik, estetik operasyonlar, kök-hücre çalışmaları, demografik sorunlar, ortalama yaşam süresini uzatmaya yönelik çalışmalar, toplama ve karantina kampları, AIDS’in önlenmesine ilişkin çalışmalar, kürtaja ilişkin yasal düzenlemeler, salgın hastalıkların kayıt altına alınması, biyotıbbi ve biyoteknolojik yeniliklerin tamamı ve ötenazi gibi pek çok konu biyopolitikanın kapsamına giren konulardır. Kavramın sosyal bilimlerdeki yükselişi her ne kadar Foucault’nun kavrama atfettiği özgül anlam içeriğine dayanıyor olsa da bir terim olarak biyopolitikanın yüz yıla yakın bir tarihe sahip olduğu söylenebilir. 



     İlk bakışta biyopolitika, hayatla (bios) meşgul olan politika anlamına gelmektedir. Ancak Thomas Lemke’nin Biyopolitika (2013. İletişim Yay.) isimli eserinde belirttiği gibi asıl sorun burada somutluk kazanmaktadır. Bazı kesimler için bu gereksiz bir vurgudur; bu kesim (Doğalcı yaklaşım) için politika zaten yaşamı ele alan bir girişimdir, yaşam politikanın temelidir. Doğalcı yaklaşımın karşısında yer alan eğilim ise Polititist tutumdur. Polititist tutum için politika hayatın üstünde yer almaktadır, hayat politikanın nesnesi olmak konumundadır. Doğalcı yaklaşım, savaş sonrasında ABD’deki muhafazakâr ekolojist çevrelerin, Polititist tutum ise Nazilerin ve savaş sonrası Alman “Ordo-liberal”lerinin argümanını oluşturmaktadır. Doğalcı yaklaşım ekolojik bir tasavvur olarak doğal çevrenin ve doğal hayatın ilahi sebeplerden ötürü savunulmasından yanadır. Polititistler ise daha çok üretim temelli bir biyopolitika görüşünü savlar. Tıp ve teknoloji alanındaki gelişmelere dayalı bir politika öngörürler. Her iki bakış açısı da hayat ve politikayı birbirlerine göre dışsal olgular olarak ele alması, çoğu kez birini ötekine göre dıştalayarak, ötekini aşkınlaştırması ve hayat ya da politikayı “yalıtılmış fenomenler” (a.g.e., s. 19.) olarak değerlendirmeleri bakımından hatalıdır. “Ya biyoloji politikayı açıklar ya da politika biyolojiyi düzenler. Buna karşın söz konusu iki kavrayış da “hayat” ile “politika” arasındaki sınırın kırılganlığını ve istikrarsızlığını açıklamakta başarısız olur.” (a.g.e., s. 19.) Doğalcı ve Polititist yaklaşımlar, hayat ve politika olgularına yönelik temelde hatalı bir bakış açısının aynadaki karşıt suretleri gibidir. Hayat ya da politikayı ilişkiselliği içerisinde ele almayan (ikisinden birini öteki üzerinde belirleyici ele almak) bu iki yaklaşım Deleuze’un “ağaçsı” düşünce olarak eleştirdiği bakış açısına tekabül eder. Daha rizomatik bir biyopolitika görüşünün kavramsallaştırılması ancak Michel Foucault ile mümkün olmuştur.

Doğalcı ve Polititist yaklaşımların tersine biyopolitikayı ilişkiselliği içinde ele alıp tarihi anlamına yönelen, yani kavramın ‘ne’liğinden ve ‘neden’inden öte ‘nasıl’ıyla ilgilenen bir açıklama girişimi ilk kez Foucault’da karşımıza çıkmaktadır. Foucault, Marx’ın Hegel için tespit ettiği “tepe taklak”lığa benzer bir biçimde Doğalcı ve Polititist yaklaşım içindeki tepe taklaklığı dolaylı olarak gözler önüne sermiş ve yanlış okunmakta olan biyopolitikayı tarihsellik içinde sağlam dayanaklar üzerine yerleştirmiştir. Foucault için hayat ne politikanın merkezi ne de nesnesidir. Onun için hayat politikanın ‘sınır’ını gösterir. Hayat modern iktidarın elinde ölçülebilir, nesnel ve bağımsız bir hal almıştır. 

Disiplin ve Denetimin Nesnesi Olarak Beden ve Corpus

     Foucault için biyopolitika, geleneksel iktidar döneminden modern iktidara geçişte yaşanan temel bir kopuşa işaret eden, egemenin gücünü kullanma şeklindeki belirleyici bir kırılmayı ifade eder. Klasik çağ boyunca süregitmekte olan iktidarın ‘beden’i keşfi, bir dizi yeni pratiğe neden olmuştur. Klasik çağ öncesi Ortaçağ iktidar pratiklerinde cezanın kaydedilme yüzeyi olan ya da daha açık bir ifadeyle yasaya yönelik muhtemel sapmalara karşı cezanın yüzeyi olarak caydırıcı bir işlev gören beden, klasik çağ ile birlikte düzeltilmesi, belli bir forma sokulması, yani disiplinize edilmesi gereken bir nesneye dönüşmüştür. Foucault için bedenin keşfine paralel olarak, biyopolitika modern, rasyonel-araçsal aklın iktidarının bir sonucuydu. Söz konusu bu kırılma egemenin gücünü uygulama şeklinde köklü bir değişikliğe neden olmuştu.



    Modernite öncesi bir monarkın elinde olan güç “yaşam ve ölüm üzerinde hak”ta somutluk kazanmıştır. Hükümdar kendi uyruğundan bir özneyi keyfi bir şekilde öldürme ve yaşatma hakkına sahiptir. Yaşam ve ölüm üzerindeki hak hükümdarın temel ve belirleyici ayrıcalığı olarak işlev görmektedir. Uyruk ne ölü ne de canlıyken hiçbir hakka sahip değildir. Burada yalnızca hükümdarın isteği üzerine yaşamak ya da ölmek vardır. Foucault, bu geleneksel iktidarın gücünü her zaman için öldürmekten yana kullandığını ifade etmiştir. Hükümdar öldürdüğü anda yaşam üzerinde hakkını kullanır ve iktidarını perçinler. Ölüm iktidar mekanizması içinde en değerli araçtır. Ancak klasik çağ ile birlikte söz konusu ‘ölüm vurgusu’ yerini yaşamı her anlamda destekleyen, onu çoğaltan ve onu her türlü dışsal ve içsel tehlikeden koruyan bir iktidar dispositifine bırakmıştır. Bu durum ‘bir söylemin söylenebilirlik koşulu’ olarak tanımlanabilecek Foucaultcu hakikat nosyonunda, yani epistemede büyük bir değişime işaret etmektedir. Gerçekleşen şey geleneksel iktidardan modern iktidara geçiştir…

    Bedene yönelik uygulamaların sebebi modernite ve onun sağladığı teknolojiyle insanın doğanın egemenine dönüşmesidir. İktidarın moderniteye geçiş evresinde bedene yönelik yükselen ilgisini Foucault iki temel biçimde ayırır: bireyin bedeni üzerinde uygulanan “disiplinci” iktidar modeli ve “nüfus” üzerinde uygulanan “düzenleyici” iktidar modeli. Disiplinci yöntem klasik çağın başlangıcından itibaren (17. yy.) bireyi kapatma pratiklerine tabi tutarak (Hapishane, Tımarhane, Okul, Kışla, Hastane) bedeni toplumsal süreçlere uyumlu ve uysal kılma amacını güder. Bu disiplinci dispositif insan bedeninin “anatomo-politika”sıdır. Anatomo-politika geleneksel iktidar modelinin bastırma ve cezalandırma eğilimlerinin tersine bireyin bedenini “içten fethedilmesi gereken” bir obje olarak ele alır. Gözetleme ve sürekli denetleme gibi pratiklerle ona belli bir form dayatarak, onu üretim süreçlerine hazır kılmayı amaçlar. Böylelikle özne iktidara itaat etmekten çok iktidar dispositifine doğrudan katılır. Yani iktidarı içselleştirir, toplumsal hayat içinde uysal bir ögeye dönüştürülür. Disiplinci dispositifin uygulandığı özne “sapma” tehlikesinin yok edildiği bir öznedir. Panoptik vaziyet artık bireyin zihninde ve formunda karşımıza çıkmaktadır. Foucault bu dönem içinde “polis” düşüncesinin, yani erken dönem modern ‘devlet aklı’ olarak kavramsallaştırdığı bireyin siyasi teknolojilerinin oluşturulmasına yönelik genel eğilimi Turquet, De Lamare ve Von Justi gibi devlet düşünürlerinin çalışmalarında ortaya koyduğunu ifade eder. Disiplinci iktidar, yani anatomo-politika, beden-organizma-disiplin-kurum çerçevesinde özetlenebilir pratikleri kapsar. 18. yüzyılın son döneminden itibarense karşımıza düzenleyici iktidar modeli olarak biyopolitika çıkmaktadır. Artık nesne bireyin bedeni olmaktan çıkmış, iktidar toplumsal bedene, yani “corpus”a yönelmiştir. Tek tek bedenleri disiplinize ederek onları homojenleştirmiş olan iktidar için artık “nüfus” önemlidir. Nüfusu her türlü içsel ve dışsal tehlikeye karşı korumak esastır. Foucault’nun belirttiği gibi burada büyük bir “toplumsal hekimlik” devreye girer. Üretim süreçlerine uygun kılınmış corpusun sağlığındaki devamlılık, muhtemel anomalilere karşı korunmalıdır. Yaşamın yüceltilmesi, doğum ile ölüm oranları, sağlık düzeyi, yaşam süresi, refahın üretimi ve dolaşımı, iktidarın bütün süreçlerine karşı ehlileştirilmiş bir nüfusun varlığını sağlamak için üretilmiş söylem ve pratiklerdir. Disiplinci dispositifin tersine yeni düzenleyici (denetimci) iktidar modeli olan biyopolitika nüfus-biyolojik süreçler-düzenleyici mekanizmalar-Devlet çerçevesinde özetlenebilir. Ancak disiplinci dönemsellikten düzenleyici döneme geçiş basitçe disiplinin terk edilmesi değildir; söz konusu olan düzenleyici iktidarın (ya da Deleuze’ün kavramsallaştırmasındaki “Denetim Toplumu”nun) disiplini “kapsayarak aşması”dır. “Denetim, disiplinin yerine başka bir şeyin geçirilmesi, disipline edici paradigmanın terk edilmesi değil; iktidar ilişkilerinin daha etkili olmak için üstlendikleri tarihsel tamamlanmadır.” (Revel J. Michel Foucault: Güncelliğin Bir Ontolojisi s. 139.) Artık disiplinle yaratılan “ölçülebilir hayat” anlayışıyla bedenler belirli bir forma sokulmuş ve homojenleştirilmiştir. Bu noktada tek tek bireylerin bedeninin yerini toplumsal beden yani “corpus” almıştır. 



Disiplinci paradigmadan denetimci, düzenleyici paradigmaya geçiş sırasında ya da denetimin disiplini kapsayarak aştığı evrede Foucault’nun “normalleştirme toplumu” olarak kavramsallaştırdığı yeni bir durum doğar. Norm kelimesi 19. yüzyılın ortalarına dek marangoz gönyesi anlamında kullanılmaktadır. Yani “ahşaba biçim veren” anlamında… Günümüzdeki anlamını ise denetim toplumu evresiyle birlikte kazanmıştır. Artık norm, nüfus içindeki muhtemel anomalilere karşı istatistikî bir kavram olarak hayatın ölçülebilir ve denetlenebilir bir olguya dönüşmesine işaret eder. Norm nüfusu bütünlüklü kılar ve onun homojenliğine (üretim süreçlerine uygunluğuna) karşın en ufak bir tehlikede devreye girer. Artık öznelerin hayatı normalleşme üzerine sürekli bir çaba olarak kurulur. Bu noktada geleneksel epistemenin yerine bir başka blok olarak yeni bir episteme geçmiştir. “Yaşam ve ölüm üzerinde hak”ka gerek kalmamış, bu işlevi norm görmeye başlamıştır. Foucault’nun cinsellik edimine atfettiği özgül anlam cinselliğin “norm”la olan ilişkiselliğinden kaynaklanmaktadır. Cinsellik hazza dayanan bedensel bir davranış olarak disiplinci iktidarın ve de nüfusun gelişimi ve büyümesi açısından sahip olduğu önemle düzenleyici, biyopolitik iktidarın ortaklaştığı noktada bir eylem olarak karşımıza çıkar. Yani cinsellik iktidar için oldukça karmaşık bir edimdir. Corpus için bir gereklilik olmasına rağmen disiplinci iktidarın bir form dayattığı bedene aykırı bir davranış olması bakımından normun birincil nesnesidir. Viktoryen dönemin örüntüsünde cinselliğe dair hiçbir ögenin bulunmaması Foucault için bir rastlantı değildir.

Düzenleyici dispositifin, yani biyopolitikanın, nüfusa ve nüfusun üretim sürecine yaptığı vurgu biyopolitikanın kapitalizmin sonuçlarından biri olduğunu görünür kılmaktadır. Foucault için disiplinci dispositif “Devlet Aklı”nın bir sonucu, düzenleyici dispositif ise liberalizmin bir sonucudur. Liberalizm Foucault’ya göre ne ekonomik bir kuram ne de politik bir yaklaşımdır; liberalizm toplumun yönetimine dair “özel bir sanat” olarak varlık göstermektedir. Foucault liberalizmle birlikte yönetimsellik (gouvernementalite) pratiğinin devreye girdiğini ifade eder. Liberalizmin politik ekonomisine dikkat çeker. Ancak buradaki politik ekonomi Marksist emek vurgusundan öte tek tek öznelerin “kendi maduniyet süreçlerine kendi istekleriyle katılımı”nın sorunsallaştırılmasıdır. Biyopolitika liberal iktidar aşamasının bir sonucudur. Foucault biyopolitikayı liberalizmi gerçekten anladığımızda en doğru şekilde kavrayabileceğimizi ifade eder. Biyopolitika bu noktada nüfusun homojenliği ve üretime adanmışlığına yaptığı vurguyla hayatın ölçülebilir standartlarına karşı olan tüm süreçlere savaş açmaktadır. Tehlike kültürü burada karşımıza çıkar. Tehlike kültürü olmaksızın liberalizmin işlemesi mümkün değildir. Norma aykırı her şey toplumdan dışlanmalıdır, çünkü corpusun işlerliğine tezat bir durum oluşturmaktadır. Yönetimsellik özneyi özenle maskelenmiş bir iktidar sürecine tabi kılar. Öyle ki özne kendi sözde özgürlüğü içinde iktidara eklemlenmiş bir dizi pratikle hayatını sürdürür.

Foucault’nun biyopolitika açıklamasında geriye bir tek soru kalır: Biyopolitik yaşam vurgusu “öldürme hakkı”nın sahneden tamamıyla çekildiğine mi işaret eder? Hayat vurgusuyla ilerleyen iktidar süreçlerinde ölüm olgusunun varlığı nasıl açıklanabilir? Foucault ölüm olgusunun aşılmadığını, yalnızca yaşamdan sorumlu bir güce tabi kılındığını ifade etmiştir. “Yaşam ve ölüm üzerinde hak” norma dönüştüyse, iktidar öldürme işlevini nasıl gerçekleştirir? Foucault’nun biyopolitika kavramsallaştırmasında ölüm olgusu bir ‘istisna’yı ifade eder. Ve bu istisnayı ırkçılıkla açıklar. Normun toplumsal ıslahı sağlayamadığı yerde iktidar için öldürme gücünden başka çözüm yoktur. Bu noktada ırkçılık devreye girer. Irkçılık devlet gücünün öldürme hakkını garantiye alma biçimidir. “…ırkçılık, toplumsal bedenin hiçbir zaman tamamlanmayan ve daima süregiden temizlenmesine ilişkin biyopolitik bir düşünce tarafından kışkırtılan, toplum içindeki bir bölünmenin ifadesidir.” (Lemke 2013, s. 65.) Foucault için ırkçılık bir ideoloji olmaktan öte iktidarın istisnai durumlarda ölüm hakkını kullanmak için başvurduğu radikal bir pratiktir. Irk kavramının ilk kullanımı Darwin’den de önce, ancak Darwinizmin söylemlerine benzer bir biçimde “ırk mücadelesi” temasıyla karşımıza çıkmaktadır. Irkçılığın günümüzdeki anlamını kazanması “ırk saflığı” söyleminin doğuşuyla 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Irkçılığın biyopolitikanın doğuşuyla paralellik göstermesi bir rastlantı değildir. Irkçılık istisnai durumlarda devreye girmek üzere bekleyen bir olgudur. Bu istisnanın sorunsallaştırılması ve gizli bir kaide olarak okunması ise İtalyan düşünür Giorgio Agamben’in çalışmalarıyla güncellik kazanmıştır.



Ölüm Nedeni: Biyopolitika

Agamben 1995 yılında yayınladığı Homo Sacer (Kutsal İnsan) isimli eseriyle biyopolitika konusuna farklı bir soluk getirmiştir. Agamben Foucault’nun tersine biyopolitikayı modernitenin değil “politikanın eşiği” olarak tanımlar. Düzenleyici dispositifin bir tekniği olarak biyopolitika zaten var olan bir durumun radikalleşmesinden farksızdır. Agamben “Kutsal İnsan” düşüncesinin izlerini Aristoteles’ten başlatır ve Roma hukukundan İnsan Hakları Beyannamesine, Carl Schmitt’den Auschwitz’e ve günümüz karantina kamplarına (Guantanamo) kadar izleğin uzandığını ifade eder. Antik Yunan’da “Polis” olgusunun doğmasıyla beraber “Kutsal İnsan” tipinin, yani “cinayet işlenmeksizin öldürülebilecek” insan tipinin doğduğunu iddia eder. Agamben demokrasi ile totaliter eğilimler arasında içsel bir dayanışma olduğunu ve biyopolitik paradigmanın tüm Batı siyaset tarihinin gizli paradigması olduğunun altını çizer. 

Agamben kavramsallaştırmasını Aristoteles’ten devşirdiği “Zoe” (Çıplak Hayat) ve “Bios” (Politik Hayat) arasındaki ayrım üzerine kurar. Agamben için bu ayrım tüm politikanın sınırını tanımlamaktadır. Zoe ve Bios arasındaki ayrım Batı düşünüşünü meşgul eden diğer belli başlı ayrımlarla benzerlik göstermektedir. Bunlar arzu/bilgi, söz/yazı, duygu/akıl, beden/zihin olarak karşımıza çıkar ve her koşulda ikincinin birincisini baskılaması, yok sayması ya da birincisini dıştalayarak kendini kurması söz konusu olmuştur. Zoe biyolojik bir varoluş olarak biyografisiz, kimliksiz bir yaşama tekabül eder. Bios ise politik uzam içinde bir konum sahibi olmak anlamında sosyo-politik bir varoluşu simgeler. Bu ayrım aslında temelde hukukun kurduğu bir ayrım olarak anlaşılabilir. Agamben için “çıplak hayat” örnekleri Roma sürgünleri ve kınanmışları, Auschwitz tutukluları, sığınma talep eden (hukuki bir varlığa sahip olmayan) göçmenler ve ötenazi bekleyen hastalar olarak tanımlanabilir. Hukukun koruması dışında kalmış bu kesimler, yani çıplaklaştırılıp fakirleştirilerek teknolojisizleştirilen kesimler her zaman için “insandan daha az bir şeyi” sembolize eder. Zoe ve Bios arasındaki ayrım vatandaş olan ile olmayan arasındaki ayrıma benzer. Politik hayattan dışlanmış, hukuk karşısında çıplaklaştırılmış olan, yani insandan daha az bir şeyi ifade eden “Zoe”yi öldürmek edimi cinayet sayılmamaktadır (Roboski Katliamı). İktidar hayat ve ölüm üzerinde halen daha mutlak bir karar yetisine sahiptir. Bu noktada Hannah Arendt’in ulus-devletin hukuki ve siyasal edimleri üzerine belirttikleri konunun daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacaktır. Arendt için ulus-devletle birlikte insan doğduğu andan itibaren vatandaşlık hakkını kazanmaktadır. Hayat kayıt altına alınan, siyasetin kazındığı bir yüzey olarak doğrudan politik bir anlamla doğuyordu. Burada egemenin gücünü kullanma biçiminde bir yenilik görmek mümkündür. Artık egemen hangi hayatın siyasal olup olmadığına karar verme yetisine sahipti. Bu, tersten okunduğunda egemenin gücünün hayatın siyasal anlamını yitirdiği noktayı saptama gücü olduğu anlamına gelir. Ve Agamben için biyopolitika bir ölüm politikasıdır. İntihar etmenin bile kamusal bir suç olarak tanımlandığı günümüzde hayat ve ölüm tamamıyla egemenin elinde anlam kazanmaktadır. Yaşama karar verme aynı zamanda ölüme karar verme yetkisine dönüşmüştür. Kimin çıplak hayat sayılacağı egemen tarafından sürekli olarak yeniden tanımlabilir bir olgu haline gelmiştir. Ve çıplak hayatla politik hayat arasındaki sınır keyfi bir sınır olarak egemen tarafından sürekli yeniden tanımlanmaktadır. “Cinayet işlenmeksizin öldürebilecek” hayatların (Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük ve daha niceleri) ölçütü egemenin elindedir. Egemen neyin Zoe sayılacağına karar vererek Bios’yu, kendi meşruiyetini kurmaktadır. 

Agamben Zoe’nin sürekli yeniden tanımlanan yapısıyla Bios’nun kurulması konusunda Toplama Kamplarını sorunsallaştırır. Agamben için toplama kampı olgusu halen içinde olduğumuz politikanın gizli zeminidir. Auschwitz’in varlığı halen karantina uygulamalarıyla (Guantanamo) varlığını sürdürmektedir. İktidarın karar verdiği çıplak hayatlar, yani homojen nüfus arasından ayıklanarak dışlanan özneler karantina kamplarında içerimlenerek dıştalanmaktadır. Söz konusu ettiğimiz bu dıştalama corpusun sürekli olarak yeniden kurulması ve corpusun sözde saflığı ve homojenliğinin korunması anlamına gelmektedir. Agamben için Foucault’nun istisnai bulduğu ölüm olgusu politikanın eşiğinden beri kurucu bir işlev görmektedir. Yani Foucaultcu istisna gizli bir kaidedir.



Agamben Çıplak Hayatın soykütüğünü çıkartırken bir açıdan toplumsal ötekiliğin tarihçesini çıkarmıştır. Bu aynı zamanda toplumun kendini antagonizma üzerinden nasıl kurduğunun da tarihidir. 

Biyopolitik Dispositifin Anti-Otoriter Potansiyeli

Agamben için biyopolitika modern toplum tarihinin karanlık ve korkunç yüzünü oluşturmaktadır. Michael Hardt ve Antonio Negri’nin ortak çalışmalarında ise biyopolitikanın bir başka okuması karşımıza çıkmaktadır. Postyapısalcı eleştirilerle Marksist gelenek arasında günümüzü kavramak için kurdukları bağlantı içinde biyopolitikaya atfettikleri özgül değer temelde Foucaultcu bir damardan yola çıksa da Agamben’den de Foucault’dan da farklı bir şekilde kavramı Deleuze ve Guattari’nin saikleriyle ele alırlar. “Çokluk” bu saiklerin en önde gelenidir. Hardt ve Negri Foucault’yu disiplinci paradigmaya gereğinden fazla eğilmekle eleştirirler. Kavramı Foucault ve Agamben’in kural ve istisna düşüncesine bir alternatif oluşturacak biçimde okurlar. Hakikatin neoliberal suretine karşın biyopolitikayı üretim ve yeniden üretim kavramları çerçevesinde ele almaktan yana bir tavır savlarının temelini oluşturmaktadır.

İkili için biyopolitika toplumun asıl boyunduruğudur ve fail sermayedir. Sermaye üretim gücünü bütünlüklü kılmak ve yeniden üretimi sağlamak için nüfusu homojen bir birlik içinde tutar ve bu döngüyü devam ettirir. Bu homojenliğin devamlılığını açıklama noktasında ikili Deleuze’e başvurur. Deleuze için disiplinci paradigma savaş sonrası Batı toplumunda topyekun bir şekilde “denetim toplumu”na dönüşmüştür. Artık gözetim ve denetim erken dönem modern devlet aklının okul, kışla, hastane, tımarhane, hapishane gibi kurumları aracılığıyla değil, varoluşun hareketli esnek ve akışkan bir ağ ile sürekli izlenebilir ve tespit edilebilir olmasından ileri gelmektedir. Yani denetimin postmodernleşmesi söz konusudur. 

Biyoiktidar, faili sermaye olan üretim sürecinin toplum üzerindeki iktidarını ifade eder. Biyopolitika ise biyoiktidarın dolaşım ağını ifade etmesi bakımından topluma içkin bir dizi pratik anlamına gelmektedir. Hardt ve Negri biyopolitik ağın öznelerinin bir “çokluk” oluşturduğuna dikkat çeker. İktidarın biyopolitik paradoksu ise üstünde yaptırım uyguladığı çokluğun aynı zamanda düzenin asli dayanağı olmasıdır. İktidar Deleuze’ün işaret ettiği gibi artık “ağaçsı” bir yapı göstermemektedir. Biyopolitik dolaşım ağı özü itibariyle rizomatiktir. Çokluk biyopolitikayı hem sürdüren hem de yıkma potansiyeli olandır. Çoklukla iktidar arasında hiçbir “dolayım” kalmamıştır. Çokluğun iktidar sürecinin hem öznesi hem de nesnesi konumunda olması sermaye ve biyoiktidar için büyük bir paradoks yaratır. Hardt ve Negri’nin çalışmaları iktidarın bu yeni biçiminin kendi varlığına tezat bir şekilde özünde güçlü bir anti-otoriter potansiyel barındırdığını görünür kılması açısından oldukça önemlidir.



Anatomo-Politik Hücreleşmeye Karşı Çokluk ve Doktorun “İlahi” Konumu Üzerine

Foucault’nun yaklaşımı ve tüm biyopolitika külliyatı bize iktidarın doğrudan doğruya beden üzerinde çalıştığını göstermektedir. Günümüzde bedenin sağlığı ve norma uygun terbiyesi aynı zamanda tüm iktidar dispositiflerinin ön koşulu haline gelmiştir. Bedenin sağlığı, norma bağlılığı ve üretime devamlılığı iktidar süreçleri için birincil öneme sahiptir. Bu noktada Foucault’nun doktorlar ve psikanalistler için yaptığı “modern dönemin ruhban sınıfı” benzetmesi anlamlı hale gelmektedir. Kilisenin yıkıntıları arasından yükselen bu yeni ruhban sınıf biyopolitikanın misyonerleri olarak işlev görmektedir. Gündelik hayatta sıklıkla duyduğumuz “Açılın, ben doktorum” vurgusu doktorun yeni iktidar süreçleri içindeki ilahi konumuna işaret eder. İktidarın doktorla kurduğu bu yoğun ve muğlâk ilişki bir rastlantı değildir. Tıbbın tüm söylemleri biyopolitik söylemlerdir. Doktor biyoiktidar dahilindeki ilahi konumundan ileri gelen bir ikna kabiliyetine sahiptir. Günümüzde tıbbın bireyin sağlığına yönelik ürettiği (her şeyin mikrop saçması üstüne kurulu) söylemlerle tüm özneler kapalı özneler haline getirilmiştir. Ve nihayetinde bedenler birbirinden koparılmaktadır (Örneğin, birbirinin şişesinden su dahi içmeyen özneler). Tekilliklerin buluşup bir “Çokluk” oluşturmasını engelleyen dispositif içinde doktorların anatomo-politik söylemleri oldukça önemli bir işlev görmektedir. Özne tarihi bir kurulandır. Modernite dâhilinde doğmuş her özne kendi kişisel tarihinde anatomo-politikayı ve denetimci-biyopolitik paradigmayı bulabilir. “İlkokulda, anaokulunda “Çiçek gibi oturun” diye başlarlar mesela. Belli bir biçime sokmaya çalışırlar. Zihin üzerinde çalışmaya daha sonra başlarlar.” (Türkiye’de Anarşizm, Soydan B.- Rahmi Öğdül s. 239) Bedene ve zihne sirayet eden modern iktidara karşı özneler kendilerine karşı verdikleri mikropolitik savaşım sonucunda anatomo-politik pratikleri kırabilir. Beden toplumsal bir inşadır. Ve denetim toplumunun temel yasağı, Alain Badiou’nun belirttiği gibi oluş ve olumsallıktır. Öznenin kendi anatomo-politik hücresini kırması bedenin yeni ve iktidara göre dışsal olanaklarına ulaşmasını sağlayabilir. Spinoza’nın ifadesiyle “Bir bedenin nelere muktedir olduğunu bilmiyoruz.” Beden, normun dışında ele alınırsa anti-otoriter bir güce muktedirdir. Sağlık söyleminin (hijyenik beden gibi) amacı bedenlerin birbirinden koparak hücreleşmesi ve iktidara karşı kırılgan bir güce dönüşmesidir. Nietzsche’nin “sağlık yaşamın hastalığıdır” sözü belki de bugün her zamankinden daha fazla geçerliliğe sahip...

Çağrı Uluğer

Bu yazı Mesele dergisinin 88. sayısında yayınlanmıştır.