Her disiplinden sosyal bilimcinin nesnesine (konularına)
hem dahil hem müdahil bir öznellikten (konumlardan) söylem ürettiği fikri
sosyal bilim çevrelerinde dillere pelesenk olmuş bir epistemolojik farklılaşma
çizgisinin ifadesidir. Ancak yine de bu epistemolojik imkansızlığın somut
oradalığı sosyal bilimcileri bu önermeyi nihai noktasına taşımak konusunda
cesaretlendirmez. Çünkü bu önermenin nihai noktası bilimselliğin ve ardından kazanılan
kurumsallığın nişanesi olan ‘loji’ eki için mutlak bir tehlike arz eder. İşte bu
sebepten, konumlarının ele aldıkları konulara göre kırılganlığını derinden
hisseden sosyal bilimciler, içinde bulunduğu kurumsallığı mümkün kılan hakikat
söylemlerinin keyfiliğini farkında olarak ya da olmayarak saklama ediminde
bulunur. Bu durum onların söylemlerine kırılganlığın mutlaklığı ya da mutlağın
kırılganlığı olarak yansır. Ancak bazen bu kurumsallıkların içinden radikal bir
sorumluluk ethosuyla hareket eden
çatlak sesler yükselir. Spesifik entelektüellerin[1] hakikat
rejimlerinin çeperinde oluşturduğu bu çatlaklar yeni bir epistemik kopuşun
ifadesi olarak şeylere yaklaşmanın farklı bir biçimini aktüelleştirir. Bu
noktada özne-nesne ayrımının yetersizliğini yarım ağızla itiraf eden ancak pratikte
farklı bir şey yaratmayan sosyal bilim pratiklerinin ya da yeni olanı eskinin
bir çeşit panoramasında arayan jestlerin miadını doldurduğunu rahatlıkla ifade
edebiliriz. Çünkü artık sosyal bilimlerin nesnesi (konusu) olan sosyal olgulara
dışsal bir gözle yaklaşan öznenin (konumun) sonuna geldiğimizi kabul ederek olgulara
yaklaşmanın yeni ve radikal biçimlerini keşfetmek iradi olmaktan da öte çağdaş krizlerin şiddetli
bir talebi olarak karşımıza çıkıyor.
Özne ve nesne arasındaki verili ayrımı muhafaza etmek
yerine özne ve nesne arasındaki bir ikili kapmayı yani oluş ilişkisini
hatırlatmak ya da kategorik bölünmeler yerine sosyallikleri yeni olanaklara
açacak farklı konfigürasyonları gündeme getirmek sosyal bilimleri nesnesine
gerçek anlamda dahil edecek hareketin başlangıcı olarak okunabilir. Geçtiğimiz
günlerde Ali Akay’ın Belge Yayınlarının
Conatus dizisinden yeni edisyonuyla çıkan
Konu-m-lar başlıklı çalışması raflardaki
yerini aldı. Çalışma özne-nesne ayrımını aşan yeni bir sosyal bilim kaygısıyla
kaleme alınmış 80’li yıllara dair sosyolojik analizlerden oluşuyor. Bu
anlamıyla konu-m-lar ifadesi basit bir kelime oyunu değil. Konular ve
konumların arasındaki dışsal ilişkiyi (özne-nesne) alaşağı etmeye dönük bir
vurgu taşıyan bu ifade, ne rölativizmden ne de mutlakçılıktan yana tavır alan
perspektivist bir sosyal bilim pratiğinin ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. Çalışma,
konulara dışsal bir konumdan yaklaşmanın tersine, içine yerleşilen konunun
uygun konumu verdiğini savunan perspektivist görüş noktasından sosyal olgulara
yaklaşıyor. Akay için; sosyolojik araştırma “alandaki aktörlerin dünyasının
içine girme veya kısa süreli bağlanma ve aşk ilişkilerinde” oluşan; farklı
kimlikleri ve olguları bir süre dahilinde kontrakte ederek başka bir olanaklar
dünyası için farklı konfigürasyonları yaratan bir yönteme doğru ilerliyor.
Toplumsalın
sonuna doğru ilerleyen 20.yüzyılın herhangi bir homojen toplumsallığa imkan
bırakmayan parçalı heterojenliği, yaşamı sömüren her türden sürecin hem faili
hem hem madunu olarak paradoksal bir konuma düşen öznelliğin kriziyle birlikte
düşünüldüğünde üzerine genelleştirilmiş bir söylem üretmenin imkansız olduğu
bir dünya karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada Akay topluma bakış olarak
sosyolojinin yerine “sosyallikler analizi”ni öneriyor. Bir “sezgisel sosyoloji”
olarak tanımlayabileceğimiz bu bakış nesnesine göre ideolojik bir tavır takınan
bakış açılarının yerine parçalı heterojenliklerin karşılıklı etkileşimde
bulunduğu materyal iktidar ilişkileri sahasına odaklanıyordu. Perspektifin
dışından konum alarak onu yanılsama olarak kodlayan ideolojik bakış, toplumla
kurulan temsili ilişkinin ifadesi biçiminde, idealar dünyasına yönelik “Platonik”
bir aşkı beslemeye devam etmekteydi. Yani, ideolojik olan, yanılsamayı teşhis
ettiği yerde yanılsamaya düşen, yargılayıcı bir aşkın plan üzerinden düşünerek
aslında nesneye yabancılaşan bir düşünce planı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Buna karşın Akay, sezgisel sosyolojisini, perspektifi yargılamak için dışsal
bir konumdan konuşan bir bakışta değil, toplumu anlamak amacıyla perspektifin
içine yerleşen bir bakışta, yani Platonik olmayan gerçek bir ilişkisellikte
kurmaktadır. Perspektivist bir çözümlemenin farkı burada Platonculuğu tersyüz
eden bir çizgide ortaya çıkmaktadır. Özne ve nesne arasındaki temsili –sözde- ilişkiselliği
öznenin ve nesnenin artık ayırt edilemediği bir ikili kapma, yani oluş
ilişkisine dek yersiz yurtsuzlaştıran perspektivizm, materyalist bir devinim
ilkesini topluma dahil eder. Bu, Felix Guattari’nin “İktidarların Mikrofiziği ve Arzuların Mikropolitikası” başlıklı
makalesinde belirttiği gibi “cisimsiz olanı merkeze alan” bir materyalizmin
ifadesidir. Toplumdaki hakikatin üretiminden arzuların üretimine dek uzanan tüm
“üretim” süreçlerine dahil olan bu bakış, olguları özdeşlik ilkesi dışında ele
alıp başka bir olanaklar dünyasını, yani içsel farkı aktüelleştirmeye
yönelmiştir. 60’lı yıllardan bu yana çağdaş Fransız düşüncesinin etkisiyle
diyalektik bir çelişki ve özdeşlik fikrinin yerini almaya başlayan fark
ilkesini Türkiye’de sosyal bilim çevrelerine taşıyan Akay’ın önsözde yaptığı en
keskin gözlem ise siyasal alanda özellikle liberal çokkültürcü paradigmayla
yayılan farklılık söylemlerinin Fransız düşüncesinin etkisiyle ileri sürülen
fark ilkesiyle uzaktan yakından alakasız olduğunu belirtmesi. Fark’ın içsel
fark olarak içeriden gelen, kendi kendini olumlayan bir vektör olmasından çok,
ötekiyle kendi farkını koymaya girişmiş öznelliğin elinde bir oyuncağa
dönüştüğü günümüz koşullarında bu öznellik, farkında olmadan farkı yine
olumlunun olumsuzu olarak diyalektik şemaya dahil etmekte, yani ötekinin
olmadığı her şey olarak sunduğu bilincini diyalektik bir bütünlüğe sokmaktadır.
Akay fark üzerinden oluşan düşünce ile siyasal pratiğin kesişimsizliğini,
düşüncenin medya tarafından vülgarize edilmesinin bir neticesi olarak
görmektedir. Ancak sezgisel bir sosyolojinin ya da perspektivist çözümlemelerin
bir amacı varsa, bunun düşünce alanında fark ilkesiyle oluşan zenginliğin
siyasi pratikle kesişmesini sağlamak için farklı konfigürasyonlara gitmek
olduğu Akay’ın eserinden çıkan belki de en önemli sonuç olmaktadır. Akay,
Sovyetlerin çözülmekte olduğu, sermayenin ise trans-nasyonelleşerek
ulus-devletleri aşacak bir yükselişe geçtiği 80’li yıllara böyle bir sosyoloji
anlayışıyla yaklaşıyor.
Alışılmadık sosyal
olaylara sahne olan 80’li yıllardan farklı kesitlere klasik sosyolojinin argümantasyonuyla
yaklaşmanın giderek imkansızlaştığı gerçeği makaleler boyunca kendini
hissettiriyor. 80’lerin Fransa’sında Mitterand ve Chirac’ın, beraber
çalışabildiği güçlü bir postmodern olgu olarak niteleyebileceğimiz kohabitasyon
dönemini klasik sosyolojinin terimleri içinde anlama olanağı yoktur. Benzer bir
durum Türkiye’de 12 Eylül sonrası Özal döneminin neoliberal politikalarla başlattığı
göreli yersizyurtsuzlaşma sürecini arabesk kültürel biçimlenmelerle
buluşturarak kapitalist aksiyomatik halinde perçinlediği kesit için de söz
konusudur. Akay’ın 80
sonrasında Özal’la birlikte oluşan postpolitik konsensüs ortamı için yaptığı “pax arabexa” tespiti ise 80’lerdeki kapitalist
aksiyomatiğin özeti olma niteliği taşıyor.
Kapitalistik
akışların etkisiyle kırsaldan yersizyurtsuzlaşarak kente göçen kitlenin sahip
olduğu geleneksel semiyotiklerin Batılı semiyotiklere karşı kırılmaz direnci
“arabesk” diye bildiğimiz kültürel semiyotiğin oluşumuna sebep olmuştur. Akay’ın
tespitleri, Türkiye’deki neoliberalizm rüzgarının, yani oluşmakta olan
kapitalist aksiyomatiğin ihtiyaç duyduğu “neo-arkaizm”in arabesk üzerinden
nasıl kurulduğunu yalınlaştırıyor. Kapitalizmin yaydığı yersizyurtsuzlaştırıcı
şizo-akımların belli bir noktada yeniden yersizyurtsuzlaştırılabilir olabilmesi
için yerliyurtlulaştırılmaları gerekmektedir. Kapitalist aksiyomatiğin sırrı, işte bu çelişkinin kendisinden oluşturduğu söz
konusu nakaratta gizlidir. Göreli yersizyurtsuzlaşmalar (zoraki hareket olarak yeniden
yerliyurtlulaştırılabilir yersizyurtsuzlaştırma hareketleri) sayesinde
kapitalizm kendi dizginlerini elinde tutar. Arkaizmleri işlevselleştiren
kapitalizm onlardan bir “neo-arkaizm” (arabesk, ya da günümüzden bir örnekle
Neo-Osmanlıcılık) yaratarak yaydığı mutlak yersizyurtsuzlaşma potansiyeli
taşıyan şizo-akımları yeniden yerliyurtlulaştırır. Göreli yersizyurtsuzlaşmanın
oluşturduğu bu nakarat 80’li yılların Türkiye’sinde bir neo-arkaizm olarak
arabesk müziğin işleviydi. Akay’ın “arabesk burjuvazi” olarak tanımladığı yeni
sınıfsallık, kapitalizmin şizo-akımlarından yükselen yersizyurtsuzlaştırıcı
etkileri soğurmak görevini üstlenen işlevselleştirilmiş bir paranoyak vektörün,
yani neo-arkaizm olarak arabesk müziğin kapitalizmle oluşturduğu bu nakaratın
sonucudur. Kapitalizm, Türkiye’de, arabesk kültürle girdiği derin ilişkiler
sonucunda kendi varlığını sürdürebileceği bir aksiyomatiğe kavuşmuştur. Akay’ın
eserde arabesk üzerine kaleme aldığı makaleleri bu durumu sarih biçimde ortaya
koyuyor. Akay’ın bu analizleri, şimdinin ontolojisini yapmak isteyenleri
günümüzün işlevselleştirilmiş arkaizmlerini teşhis etmeye itebilir. Akay’ın
arabesk üzerinden yaptığı bu tespitler günümüzde siyasal islamın neoliberal
yağmacı jestlerle Neo-Osmanlıcılığı birleştirerek oluşturduğu kapitalist
aksiyomatik için de çok şey söylüyor.
Bir
eleştirmenin kaleminden çıkan cümlelerle özetlenemeyecek eser, 68 öğrenci
hareketinden tarih felsefesine, yeni iktidar biçimlerinin ifşasından çağdaş
sanata dek uzanan konularda konumların içine yerleşerek “içeriden üretilmiş
çözümlemeler”den oluşuyor. Akay’ın eseri oluşturan makalelerini kaleme aldığı
80’li yıllardan günümüze bakınca süreklilikleri görmekle birlikte kitap, bazı
süreksizlikleri ayırt etmemizi de sağlıyor. Trans-nasyonel sermayenin
yükseldiği, küreselleşme söylemlerininse oluşmaya başladığı 80’li yıllarda
giderek arka planda kalmaya başlayan ulus-devlet modeli günümüzden bakınca
yeniden güçlenmiş gözüküyor. Sermayenin ulus-devlet kapitalizmi modeline bir
dönüşü gerçekleştirdiği günümüzde tüm dünyada neo-arkaizmlerden beslenen
muhafazakar bir rüzgar esmekte…
Mülteci krizinin tetiklediği arkaik öteki düşmanlığı özellikle Batı’da
kapitalizmi yeni bir aksiyomatik oluşturmak amacıyla yeniden ulus-devlete
sığınmak durumunda bırakırken (İngiltere’de Brexit), siyasal şiddet geçmişin
mezarlığından uyanmış bir hayalet olarak tekrar sokaklarımızda dolaşıyor. Bugün
iktidar 80’li yıllardaki genel havanın (iktidarın bir olumluluk olarak
belirmesi) aksine, yeniden olumsuz kipliklerde karşımıza çıkıyor olsa da bu
durum hükümranlık modeline geri dönüşü imlemiyor. İktidar hala toplumun içkin
güçlerinde peydahlanan mikro-iktidar örüntüleri üzerinden bedenlerin üretimini
gerçekleştiriyor. İktidarın devlet biçimli bir temsille özdeşleşebilmesi onun
teolojik kökenlerinden kaynaklanmıyor. İktidarın mitos kökenli monolitik bir
yapı gibi karşımıza çıkabilmesi, onun, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olmasında
aranmamalıdır. Bugün pek çok “modern” siyaset felsefesi iktidarı olumsuzluk
üzerinden düşünen bu şemaya bağlılığını sürdürmeye devam ediyor. İktidarın
kolaylıkla bir tiranın deliliği olarak belirebilmesi, daha çok onun tahakküm
ilişkisine dönüşebilecek, içkin stratejik ilişkilerin semiyotik yükünü
bireyselleştirici ağlarla buluşturabilmesindeki, bedenleri materyalistçe
işlevselleştirebilmesindeki başarıda saklıdır. Bu açıdan Akay’ın da ifade
ettiği gibi “Tek parça Asyagil bir devlet iktidarı belki de “zaten bir mitos
(söylence) idi”. Özetle, gündelik hayatın kılcallığındaki etkin mikro-iktidar
güçleri, yani gündelik hayata içkin faşizmin moleküler ağı olmasa, herhangi bir
molar iktidardan, bir tiranın egemenliğinden bahsetmemiz hala mümkün değildir. Akay,
bu çözümlemelerin içinden, sözcelemin yeni bir mikro düzenlemesi aracılığıyla
yaratılacak ve öznelliği peşine takıp sürükleyecek farklı arzu
mikro-politikalarının keşfine vurgu yapıyor.
Akay’ın “Konu-m-lar”ı olduğumuz şeyi
keşfetmekten çok, radikal bir sorumluluk ethosuyla, olduğumuz şeyi reddetmenin
peşinde olanlara yapılmış güçlü bir çağrı niteliği taşıyor. Eser geçmişten
günümüze gelen çizginin bir okumasıyla şimdinin bir ontolojisini icra edip
gerçek kaçış çizgileri üretmek isteyenlerin arzularına hitap ediyor…
Bu yazı postdergi.com'da yayınlanmıştır.
[1]Foucault’nun öne sürdüğü bu yaklaşım
evrenselleştirici söylemlerin tiranlaştırıcı etkisiyle ayartılmış, aslında hakikat olmayan söylemlerle kurguladığı hakikat rejimleri içinde düzenli iktidar
etkileri yaratılmasına sebep olan evrensel/peygamber entelektüel modeline karşı
bir öneridir. Spesifik entelektüeller içinde bulundukları kurumsallıkların
(iktidar etkilerinin) kurulmasına olanak sağlayan hakikat rejimlerini ifşa
ederek bilgi (savoir) sistemleri tarafından dışlanan, meşrulaşmamış bilgi
biçimlerini (connaissance) gündeme getirir. Spesifik entelektüel erüdisyon
yoluyla sahip olduğu bilgiyi düzenli iktidar etkileri yaratan hakikat rejimlerine
karşı kullanır.