16 Ekim 2016 Pazar

Konu-m-ların Armağanı: Perspektivist Bir Sosyal Bilim Pratiğine Doğru

         Her disiplinden sosyal bilimcinin nesnesine (konularına) hem dahil hem müdahil bir öznellikten (konumlardan) söylem ürettiği fikri sosyal bilim çevrelerinde dillere pelesenk olmuş bir epistemolojik farklılaşma çizgisinin ifadesidir. Ancak yine de bu epistemolojik imkansızlığın somut oradalığı sosyal bilimcileri bu önermeyi nihai noktasına taşımak konusunda cesaretlendirmez. Çünkü bu önermenin nihai noktası bilimselliğin ve ardından kazanılan kurumsallığın nişanesi olan ‘loji’ eki için mutlak bir tehlike arz eder. İşte bu sebepten, konumlarının ele aldıkları konulara göre kırılganlığını derinden hisseden sosyal bilimciler, içinde bulunduğu kurumsallığı mümkün kılan hakikat söylemlerinin keyfiliğini farkında olarak ya da olmayarak saklama ediminde bulunur. Bu durum onların söylemlerine kırılganlığın mutlaklığı ya da mutlağın kırılganlığı olarak yansır. Ancak bazen bu kurumsallıkların içinden radikal bir sorumluluk ethosuyla hareket eden çatlak sesler yükselir. Spesifik entelektüellerin[1] hakikat rejimlerinin çeperinde oluşturduğu bu çatlaklar yeni bir epistemik kopuşun ifadesi olarak şeylere yaklaşmanın farklı bir biçimini aktüelleştirir. Bu noktada özne-nesne ayrımının yetersizliğini yarım ağızla itiraf eden ancak pratikte farklı bir şey yaratmayan sosyal bilim pratiklerinin ya da yeni olanı eskinin bir çeşit panoramasında arayan jestlerin miadını doldurduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Çünkü artık sosyal bilimlerin nesnesi (konusu) olan sosyal olgulara dışsal bir gözle yaklaşan öznenin (konumun) sonuna geldiğimizi kabul ederek olgulara yaklaşmanın yeni ve radikal biçimlerini keşfetmek iradi olmaktan da öte çağdaş krizlerin şiddetli bir talebi olarak karşımıza çıkıyor.

Özne ve nesne arasındaki verili ayrımı muhafaza etmek yerine özne ve nesne arasındaki bir ikili kapmayı yani oluş ilişkisini hatırlatmak ya da kategorik bölünmeler yerine sosyallikleri yeni olanaklara açacak farklı konfigürasyonları gündeme getirmek sosyal bilimleri nesnesine gerçek anlamda dahil edecek hareketin başlangıcı olarak okunabilir. Geçtiğimiz günlerde Ali Akay’ın Belge Yayınlarının Conatus dizisinden yeni edisyonuyla çıkan Konu-m-lar başlıklı çalışması raflardaki yerini aldı. Çalışma özne-nesne ayrımını aşan yeni bir sosyal bilim kaygısıyla kaleme alınmış 80’li yıllara dair sosyolojik analizlerden oluşuyor. Bu anlamıyla konu-m-lar ifadesi basit bir kelime oyunu değil. Konular ve konumların arasındaki dışsal ilişkiyi (özne-nesne) alaşağı etmeye dönük bir vurgu taşıyan bu ifade, ne rölativizmden ne de mutlakçılıktan yana tavır alan perspektivist bir sosyal bilim pratiğinin ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. Çalışma, konulara dışsal bir konumdan yaklaşmanın tersine, içine yerleşilen konunun uygun konumu verdiğini savunan perspektivist görüş noktasından sosyal olgulara yaklaşıyor. Akay için; sosyolojik araştırma “alandaki aktörlerin dünyasının içine girme veya kısa süreli bağlanma ve aşk ilişkilerinde” oluşan; farklı kimlikleri ve olguları bir süre dahilinde kontrakte ederek başka bir olanaklar dünyası için farklı konfigürasyonları yaratan bir yönteme doğru ilerliyor.

            Toplumsalın sonuna doğru ilerleyen 20.yüzyılın herhangi bir homojen toplumsallığa imkan bırakmayan parçalı heterojenliği, yaşamı sömüren her türden sürecin hem faili hem hem madunu olarak paradoksal bir konuma düşen öznelliğin kriziyle birlikte düşünüldüğünde üzerine genelleştirilmiş bir söylem üretmenin imkansız olduğu bir dünya karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada Akay topluma bakış olarak sosyolojinin yerine “sosyallikler analizi”ni öneriyor. Bir “sezgisel sosyoloji” olarak tanımlayabileceğimiz bu bakış nesnesine göre ideolojik bir tavır takınan bakış açılarının yerine parçalı heterojenliklerin karşılıklı etkileşimde bulunduğu materyal iktidar ilişkileri sahasına odaklanıyordu. Perspektifin dışından konum alarak onu yanılsama olarak kodlayan ideolojik bakış, toplumla kurulan temsili ilişkinin ifadesi biçiminde, idealar dünyasına yönelik “Platonik” bir aşkı beslemeye devam etmekteydi. Yani, ideolojik olan, yanılsamayı teşhis ettiği yerde yanılsamaya düşen, yargılayıcı bir aşkın plan üzerinden düşünerek aslında nesneye yabancılaşan bir düşünce planı olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşın Akay, sezgisel sosyolojisini, perspektifi yargılamak için dışsal bir konumdan konuşan bir bakışta değil, toplumu anlamak amacıyla perspektifin içine yerleşen bir bakışta, yani Platonik olmayan gerçek bir ilişkisellikte kurmaktadır. Perspektivist bir çözümlemenin farkı burada Platonculuğu tersyüz eden bir çizgide ortaya çıkmaktadır. Özne ve nesne arasındaki temsili –sözde- ilişkiselliği öznenin ve nesnenin artık ayırt edilemediği bir ikili kapma, yani oluş ilişkisine dek yersiz yurtsuzlaştıran perspektivizm, materyalist bir devinim ilkesini topluma dahil eder. Bu, Felix Guattari’nin “İktidarların Mikrofiziği ve Arzuların Mikropolitikası” başlıklı makalesinde belirttiği gibi “cisimsiz olanı merkeze alan” bir materyalizmin ifadesidir. Toplumdaki hakikatin üretiminden arzuların üretimine dek uzanan tüm “üretim” süreçlerine dahil olan bu bakış, olguları özdeşlik ilkesi dışında ele alıp başka bir olanaklar dünyasını, yani içsel farkı aktüelleştirmeye yönelmiştir. 60’lı yıllardan bu yana çağdaş Fransız düşüncesinin etkisiyle diyalektik bir çelişki ve özdeşlik fikrinin yerini almaya başlayan fark ilkesini Türkiye’de sosyal bilim çevrelerine taşıyan Akay’ın önsözde yaptığı en keskin gözlem ise siyasal alanda özellikle liberal çokkültürcü paradigmayla yayılan farklılık söylemlerinin Fransız düşüncesinin etkisiyle ileri sürülen fark ilkesiyle uzaktan yakından alakasız olduğunu belirtmesi. Fark’ın içsel fark olarak içeriden gelen, kendi kendini olumlayan bir vektör olmasından çok, ötekiyle kendi farkını koymaya girişmiş öznelliğin elinde bir oyuncağa dönüştüğü günümüz koşullarında bu öznellik, farkında olmadan farkı yine olumlunun olumsuzu olarak diyalektik şemaya dahil etmekte, yani ötekinin olmadığı her şey olarak sunduğu bilincini diyalektik bir bütünlüğe sokmaktadır. Akay fark üzerinden oluşan düşünce ile siyasal pratiğin kesişimsizliğini, düşüncenin medya tarafından vülgarize edilmesinin bir neticesi olarak görmektedir. Ancak sezgisel bir sosyolojinin ya da perspektivist çözümlemelerin bir amacı varsa, bunun düşünce alanında fark ilkesiyle oluşan zenginliğin siyasi pratikle kesişmesini sağlamak için farklı konfigürasyonlara gitmek olduğu Akay’ın eserinden çıkan belki de en önemli sonuç olmaktadır. Akay, Sovyetlerin çözülmekte olduğu, sermayenin ise trans-nasyonelleşerek ulus-devletleri aşacak bir yükselişe geçtiği 80’li yıllara böyle bir sosyoloji anlayışıyla yaklaşıyor.

             Alışılmadık sosyal olaylara sahne olan 80’li yıllardan farklı kesitlere klasik sosyolojinin argümantasyonuyla yaklaşmanın giderek imkansızlaştığı gerçeği makaleler boyunca kendini hissettiriyor. 80’lerin Fransa’sında Mitterand ve Chirac’ın, beraber çalışabildiği güçlü bir postmodern olgu olarak niteleyebileceğimiz kohabitasyon dönemini klasik sosyolojinin terimleri içinde anlama olanağı yoktur. Benzer bir durum Türkiye’de 12 Eylül sonrası Özal döneminin neoliberal politikalarla başlattığı göreli yersizyurtsuzlaşma sürecini arabesk kültürel biçimlenmelerle buluşturarak kapitalist aksiyomatik halinde perçinlediği kesit için de söz konusudur. Akay’ın 80 sonrasında Özal’la birlikte oluşan postpolitik konsensüs ortamı için yaptığı “pax arabexa” tespiti ise 80’lerdeki kapitalist aksiyomatiğin özeti olma niteliği taşıyor.

            Kapitalistik akışların etkisiyle kırsaldan yersizyurtsuzlaşarak kente göçen kitlenin sahip olduğu geleneksel semiyotiklerin Batılı semiyotiklere karşı kırılmaz direnci “arabesk” diye bildiğimiz kültürel semiyotiğin oluşumuna sebep olmuştur. Akay’ın tespitleri, Türkiye’deki neoliberalizm rüzgarının, yani oluşmakta olan kapitalist aksiyomatiğin ihtiyaç duyduğu “neo-arkaizm”in arabesk üzerinden nasıl kurulduğunu yalınlaştırıyor. Kapitalizmin yaydığı yersizyurtsuzlaştırıcı şizo-akımların belli bir noktada yeniden yersizyurtsuzlaştırılabilir olabilmesi için yerliyurtlulaştırılmaları gerekmektedir. Kapitalist aksiyomatiğin sırrı, işte bu çelişkinin kendisinden oluşturduğu söz konusu nakaratta gizlidir. Göreli yersizyurtsuzlaşmalar (zoraki hareket olarak yeniden yerliyurtlulaştırılabilir yersizyurtsuzlaştırma hareketleri) sayesinde kapitalizm kendi dizginlerini elinde tutar. Arkaizmleri işlevselleştiren kapitalizm onlardan bir “neo-arkaizm” (arabesk, ya da günümüzden bir örnekle Neo-Osmanlıcılık) yaratarak yaydığı mutlak yersizyurtsuzlaşma potansiyeli taşıyan şizo-akımları yeniden yerliyurtlulaştırır. Göreli yersizyurtsuzlaşmanın oluşturduğu bu nakarat 80’li yılların Türkiye’sinde bir neo-arkaizm olarak arabesk müziğin işleviydi. Akay’ın “arabesk burjuvazi” olarak tanımladığı yeni sınıfsallık, kapitalizmin şizo-akımlarından yükselen yersizyurtsuzlaştırıcı etkileri soğurmak görevini üstlenen işlevselleştirilmiş bir paranoyak vektörün, yani neo-arkaizm olarak arabesk müziğin kapitalizmle oluşturduğu bu nakaratın sonucudur. Kapitalizm, Türkiye’de, arabesk kültürle girdiği derin ilişkiler sonucunda kendi varlığını sürdürebileceği bir aksiyomatiğe kavuşmuştur. Akay’ın eserde arabesk üzerine kaleme aldığı makaleleri bu durumu sarih biçimde ortaya koyuyor. Akay’ın bu analizleri, şimdinin ontolojisini yapmak isteyenleri günümüzün işlevselleştirilmiş arkaizmlerini teşhis etmeye itebilir. Akay’ın arabesk üzerinden yaptığı bu tespitler günümüzde siyasal islamın neoliberal yağmacı jestlerle Neo-Osmanlıcılığı birleştirerek oluşturduğu kapitalist aksiyomatik için de çok şey söylüyor.

            Bir eleştirmenin kaleminden çıkan cümlelerle özetlenemeyecek eser, 68 öğrenci hareketinden tarih felsefesine, yeni iktidar biçimlerinin ifşasından çağdaş sanata dek uzanan konularda konumların içine yerleşerek “içeriden üretilmiş çözümlemeler”den oluşuyor. Akay’ın eseri oluşturan makalelerini kaleme aldığı 80’li yıllardan günümüze bakınca süreklilikleri görmekle birlikte kitap, bazı süreksizlikleri ayırt etmemizi de sağlıyor. Trans-nasyonel sermayenin yükseldiği, küreselleşme söylemlerininse oluşmaya başladığı 80’li yıllarda giderek arka planda kalmaya başlayan ulus-devlet modeli günümüzden bakınca yeniden güçlenmiş gözüküyor. Sermayenin ulus-devlet kapitalizmi modeline bir dönüşü gerçekleştirdiği günümüzde tüm dünyada neo-arkaizmlerden beslenen muhafazakar bir rüzgar             esmekte… Mülteci krizinin tetiklediği arkaik öteki düşmanlığı özellikle Batı’da kapitalizmi yeni bir aksiyomatik oluşturmak amacıyla yeniden ulus-devlete sığınmak durumunda bırakırken (İngiltere’de Brexit), siyasal şiddet geçmişin mezarlığından uyanmış bir hayalet olarak tekrar sokaklarımızda dolaşıyor. Bugün iktidar 80’li yıllardaki genel havanın (iktidarın bir olumluluk olarak belirmesi) aksine, yeniden olumsuz kipliklerde karşımıza çıkıyor olsa da bu durum hükümranlık modeline geri dönüşü imlemiyor. İktidar hala toplumun içkin güçlerinde peydahlanan mikro-iktidar örüntüleri üzerinden bedenlerin üretimini gerçekleştiriyor. İktidarın devlet biçimli bir temsille özdeşleşebilmesi onun teolojik kökenlerinden kaynaklanmıyor. İktidarın mitos kökenli monolitik bir yapı gibi karşımıza çıkabilmesi, onun, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olmasında aranmamalıdır. Bugün pek çok “modern” siyaset felsefesi iktidarı olumsuzluk üzerinden düşünen bu şemaya bağlılığını sürdürmeye devam ediyor. İktidarın kolaylıkla bir tiranın deliliği olarak belirebilmesi, daha çok onun tahakküm ilişkisine dönüşebilecek, içkin stratejik ilişkilerin semiyotik yükünü bireyselleştirici ağlarla buluşturabilmesindeki, bedenleri materyalistçe işlevselleştirebilmesindeki başarıda saklıdır. Bu açıdan Akay’ın da ifade ettiği gibi “Tek parça Asyagil bir devlet iktidarı belki de “zaten bir mitos (söylence) idi”. Özetle, gündelik hayatın kılcallığındaki etkin mikro-iktidar güçleri, yani gündelik hayata içkin faşizmin moleküler ağı olmasa, herhangi bir molar iktidardan, bir tiranın egemenliğinden bahsetmemiz hala mümkün değildir. Akay, bu çözümlemelerin içinden, sözcelemin yeni bir mikro düzenlemesi aracılığıyla yaratılacak ve öznelliği peşine takıp sürükleyecek farklı arzu mikro-politikalarının keşfine vurgu yapıyor.

            Akay’ın “Konu-m-lar”ı olduğumuz şeyi keşfetmekten çok, radikal bir sorumluluk ethosuyla, olduğumuz şeyi reddetmenin peşinde olanlara yapılmış güçlü bir çağrı niteliği taşıyor. Eser geçmişten günümüze gelen çizginin bir okumasıyla şimdinin bir ontolojisini icra edip gerçek kaçış çizgileri üretmek isteyenlerin arzularına hitap ediyor…

Bu yazı postdergi.com'da yayınlanmıştır.


[1]Foucault’nun öne sürdüğü bu yaklaşım evrenselleştirici söylemlerin tiranlaştırıcı etkisiyle ayartılmış, aslında hakikat olmayan söylemlerle kurguladığı hakikat rejimleri içinde düzenli iktidar etkileri yaratılmasına sebep olan evrensel/peygamber entelektüel modeline karşı bir öneridir. Spesifik entelektüeller içinde bulundukları kurumsallıkların (iktidar etkilerinin) kurulmasına olanak sağlayan hakikat rejimlerini ifşa ederek bilgi (savoir) sistemleri tarafından dışlanan, meşrulaşmamış bilgi biçimlerini (connaissance) gündeme getirir. Spesifik entelektüel erüdisyon yoluyla sahip olduğu bilgiyi düzenli iktidar etkileri yaratan hakikat rejimlerine karşı kullanır.