16 Nisan 2016 Cumartesi

Ölüme Karşı Direnç Olarak Sanat

Ölüme Karşı Direnç Olarak Sanat

“Karşı Hareket: Sanattır.”
-Nietzsche, “Güç İstenci”

            Tüm politik açmazlarımızın bir mikro-kozmosu olarak ifade edebileceğimiz öznellik problemi tekrar ele alınmak üzere güncelliğini koruyor. İktidarın ve kolektif donanımların öznedeki kurucu işlevini, her sözcelem öznesinin farkında olmadığı süreçler tarafından manipüle edildiğini açıklığa kavuşturan bir dizi teorik keşfin ötesine -aşkın özne yanılsamalarına yeniden yakalanmayacak bir şekilde- uzanmak, radikal politik hedefimizi oluşturuyor. Özneyi içinde bulunduğu faşist ilişki biçimleri ve kapitalist genel metalaşmadan çekip çıkarmak için öznelliğin bilinçdışı üretimini hesaba katan bir analize ihtiyacımız var. Bu analizi yapısalcılığın keşifleri ile bu keşiflerin “pragmatik yönetimi”[1] arasında bir denge kuran Felix Guattari’nin teorik serüveninde bulabiliriz.

Özneyi, ulus-devletlerde somutlanan modernite fikrinin ve bir kısır döngü olmaktan öteye gidemeyen birey-toplum dikotomisinin nirengi noktası olarak okuyan klasik sosyoloji ve benzeri yaklaşımları aşmasına rağmen yapısalcılık; özneyi dondurulmuş yapıların yeniden-üretim merkezine, katı bir tekerrür aracına indirgemişti. Bu noktada yapısalcılığın keşfi olan “öznenin ölümü” temasını karamsarlıktan uzak bir tonda, yeni öznellik biçimlerinin keşfine yönelmiş bir ethos olarak ele almak yeni bir etiko-politik perspektifin gereği olarak beliriyor. Aksi takdirde Felix Guattari’nin ifadesini hatırlarsak “postmodern bir sosyal terk edilme korkusu”na[2] saplanıp kalma tehlikesi baş gösterecektir. Friedrich Nietzsche, Michel Foucault ve Gilles Deleuze gibi isimlerin teorik serüveninde nüveleri bulunan Guattari’nin “Chaosmosis”de somutlaştırdığı “estetik paradigma”, iktidar semiyotiğince türdeşleştirilmiş öznellik biçimleri ile kapitalizmin “göreli yersizyurdsuzlaşmalar”la sürekli yeniden ikame ettiği öznellik biçimlerine karşı ayrıksılaşmış yeni öznellik biçimlerinin keşfini estetik deneyimin merkezine yerleştiriyordu. Bu yeni paradigmayla birlikte saf akıl, evrensel ahlak yasası ve bir yargı meselesi olarak estetik gibi Kantçı fikirlerin aşkınsal perspektifinin yerini deneysel bir oluş fikri alıyordu. Foucault’nun, Immanuel Kant’ın aynı isimli makalesinden hareketle kaleme aldığı “Aydınlanma Nedir?”[3] metninde benzerine rastlayabileceğimiz Deleuze ve Guattari’de ise daha belirginleşen bu yeni düşünce imgesi Aydınlanmanın majör hattı(ulus-devlet, kapitalizm) tarafından ezilen bir minör hattı gündeme getirmek ve bu hatta yüksek dozda Nietzsche zerk etmekten başka bir şey değildi. Telosçu zaman algısının yerine güçlü bir aktüelliği getiren bu Nietzschecilik tepkisel kimliklerin köle ahlakından sıyrılamamış pratiklerine karşı keşfedilmiş öznelliğin imkanlarına bel bağlayan yeni bir perspektifi imliyordu. Radikal politikayı bilimci bir üst-benin iktidarından kurtaran bu yeni perspektifler tepkisel olmayan bir direnişin imkanını kendinde politik olan estetik deneyimde arıyordu.



Öte yandan edilgin duygulanımların esiri olmuş öznellik modellerine karşı etkin duygulanımları yaratacak olumsallığa yani karşılaşmalara inanan Spinozist jest politikayı aşkın planlardan çekip duygu kavramına yaklaştırmakta yani doğrudan içkinliğe doğru çekmekteydi. Değer yargılarının aşkınlığıyla örülmüş bu dünyada ahlakın yaşamı ve etkinliği olumsuzlayan kuvvetlerine karşı varlığın kendi sürdürme çabası olarak Spinozist “conatus” etik ve estetiği buluşturan bir “yeni değerlerin yaratımı” olarak Nietszche’yle önemli bir yakınlık taşıyordu. Spinoza’nın özneyi mikro-sonsuz ile makro-sonsuz arasındaki bir güç derecesi olarak ele alan bakış açısı etik ve estetik alanlarını birleştiren içkinlik planının ifadesi olarak karşımıza çıkmaktaydı. Tekilliğin mikro-sonsuzu ve makro-sonsuzu arasındaki sonsuz imkanlardan yalnızca birinin aktüelleştiği yerde, sonsuz virtüelliklere aktüelleşebileceği bir alan açması bakımından sanat, Ulus Baker’in ifadesiyle “bir arada mümkün olmayan dünyaları biraraya getirebiliyordu.”[4]. Sanatın bu potansiyeli aynı zamanda etik çözümün kendisini teşkil ediyordu. Deleuzecü anlamda birey-öncesi tekilliklerin alanına yani çokluklar(multiplicities) olarak deneyim alanına girmemizi sağlayan sanat, hayatı ve bedeni kalıba döken iktidara karşı kalıbı parçalayabilecek, kalıbın dışındaki sonsuz olanağı gösterebilecek etik bir müdahaleyi ifade ediyordu.

Deleuze ve Guattari Mille Plateaux’da “Le multiple, it faut le faire”[5] (“Çokluk yapılmalıdır”) diye yazarlar. Sanat, iktidarın ve kolektif donanımların kimlikleri özdeşlik mantığı içinde inşa ettiği uzamda kimliğin altında saklı kalmış çokluklar olarak deneyimi, birey-öncesi tekillikleri yani virtüelliği keşfederek kendinde-farkı yeniden aktüelleştirir. Burada bir yargı meselesi olarak estetikten ziyade bir yaratım meselesi olarak estetik düşüncesi somutlaşmaktadır. Kelimenin Nietzscheci anlamında “sürü insanı”nın çokluklar olarak deneyimi “bir”e ve üniter bir kimliğe indirgediği yerde çokluğu yeniden aktüelleştiren estetik, bir etik müdahaleyi temsil eder. Bu noktada etik, estetiğin gösterdiği çokluklar vasıtasıyla varlığın mikro-sonsuzu ile makro-sonsuzu arasındaki imkanlara yönelmiş bir sıçrama olarak karşımıza çıkar. Burada söz konusu olan bir mutlaklaştırma olarak evrensel ahlak yasası düşüncesinin etiği sömürgeleştirdiği yerde, arzunun halihazırda bağlı olduğu sınırları aşmasını sağlayan estetik deneyimin, etiği sözde evrensel bir ahlak yasasının boyunduruğundan kurtarmasıdır. Estetik deneyim, asla bir kategoriye, sınıfa, türe veya kimliğe sabitleyemeyeceğimiz çokluklar mantığının uyarınca hareket eder. Kendiliğin ve kimliğin verili olmadığının ayırdına varmamızı sağlayan deneyim olarak estetik deneyim radikal bir biçimde etiko-politik bir atılıma işaret eder. Bu belki de Nietzscheci anlamda yaşamın en yüksek olumlama ilkesinin “sanat olarak güç istenci”nde saklı olduğunu gösterir.

Etik ve estetik alanlarına zerk edilen Nietzsche ve Spinoza ile birlikte bu alanlar birbiriyle kolaylıkla ayırt edilemeyecekleri yeni bir  ilişkiye girer. Tıpkı Foucault’da varoluş estetiği ile kendilik kaygısı etiği arasındaki ayrımın belirsiz oluşu gibi etik ve estetik arasındaki yapay sınır silinmiştir artık.  Aslında teorik düzlemde gerçekleşen şey yaşam ve sanatın birleşimidir. Bu akla modernist avangardın “sanatın özerkliği”ne açtığı savaşı getirebilir. Ancak avangardın, sanatın burjuva toplumlarındaki özerkliğini alaşağı etmek için kullandığı provokasyon, skandal ve şok etkisi yaratmak gibi tekniklerin tepkisellikten öteye gidemediği avangardın nihai başarısızlığıyla açıklığa kavuşmuştur. Estetik paradigma için sanatın özerkliğini kırarak sanat ve yaşamı buluşturmanın yolu gündelik hayatın ve burjuva değerlerinin rasyonelliğine dönük provokatif saldırılar değildir. Avangardın anlayışı ve radikal eylemlerinde eksik olan özne-nesne düalitesinin dışında bir estetik kavramsallaştıramaması ve tüm eylemlerinin  kelimenin Nietzscheci anlamında tepkisel kalması yani etkiselliğe ulaşamamasıdır. Nihayetinde savaştığı kurumsal sanata yenik düşen ve ona tabi olan avangard, sanata bir nesne olarak bakmaktaydı. Sanatı bir öznenin nesnesine eğildiği ilişki biçimi içinde kavramak aslında estetiği Allan Megill’in ifadesiyle “başka bir Descartes-sonrası bilim”[6]e dönüştürmektir. Sanatı bilimci üst-benin iktidarına tabi kılan bu perspektif sanatın tüm mevcudiyetiyle belirmesine yani yaşamla buluşmasına mahal bırakmaz. Estetik paradigma, sanatı salt nesneye indirgeyen bilimci üst-benin iktidarına karşı sanatı tekrar sanata ve sanattan bağımsız ele alınmaması gereken yaşama kazandırır. Verili olmayan özne-nesne ayrımının dışında bir ilişkiyi imleyen “arzulanan makineler”[7] (machines désirantes) olarak sanat fikri arzuya akım ve kesimleriyle akabileceği bir oluk açar. Özne ve nesne arasındaki yapay sınırların kaybolduğu transversal (yatay-geçişli) bir ilişki olarak sanat, özne ve nesne ayrımında Kartezyeniklikten çıkamamış havsalamızın kavrayamadığı bir ilgaya giderek özne ve nesne arasındaki ayrımı askıya alır ve özne ve nesneyi yaratım sürecinde asla baştan kestirilemeyecek bir noktaya taşır. Bu ilişki saf haliyle “oluş”tur. İmgenin bizi koyduğu yerde yeniden başlayan bu ilişki Deleuze’ün “Diyaloglar”daki “bal arısı- orkide”[8] örneğinde olduğu gibi karşılıklıdır. Arzulanan makineler olarak sanat öznelliği, yeni arzulanan-düzenlemelerin(assemblage-agencement) peşine takarak başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterir.

            Estetik paradigma için öznenin kapana kısıldığı kolektif donanımlar sisteminin içinde yeni düzenlemelere gitmek; iktidar semiyotiğinden özerkleşmiş yeni öznellik varyantları yaratarak köle ahlakından sıyrılmış etkisel bir direniş pratiğini harekete geçirmeyi ifade eder. Guattari’nin ifadesiyle “bir sanatçının sahip olduğu paletten yola çıkarak yeni formlar yaratması gibi, yeni öznelleştirme koşulları yarat[ılmalıdır]”[9]. Sanatın yaşamla dolayımsız ilişkisi, iktidarın özneyi normallik sınırları içinde kurguladığı yerde sanatın bu kurguyu bozmasında ve yeni yaşam olasılıklarını göstermesinde aranmalıdır. Theodor Adorno “Normallik ölümdür”[10] diye yazar. Deleuze ise “Spinoza Pratik Felsefe”de “bedenin cesede dönüşmesinden önce gerçekleşen ölümler”[11]den bahseder. Öznenin iktidar dispozitiflerince kapıldığı, “ruh[un] bedenin hapishanesi[ne] [dönüştüğü]”[12] yani normun, birey-öncesi tekilliği, çokluk olarak deneyim imkanını bir kimlik/özdeşlik yanılsamasına bağlayarak “öldürdüğü” yerde sanat “ölüme karşı direnç”[13] olarak belirir. Sanatı, kurumsal sanat alanının hegemonyası dışında direnişin el erimindeki bir pratik olarak yani Deleuze’ün ifadesiyle “insanların kavgasıyla; ölüme, tahakküme, baskılara karşı umutlu kavgasıyla”[14] beraber okumak radikal politikaya yeni araçlar kazandırır.



Estetik Dürtü Olarak Clinamen

            Estetik paradigma, kurumsal sanatın elinde ebediyen unutulmaya yüz tutmuş estetik deneyimi politik bir kavramsallaştırmayla yeniden gündeme getirmiştir. Estetik paradigma, öznellik biçimlerinin prototipleştirildiği iktidar uzam-zamanına karşı sanatın uyarıcı gücüyle ayrışıklaşacak yeni öznellik biçimlerinin bir “kar topu etkisi”ne muktedir olacağı, “moleküler devrim”in peşindedir. Bu noktada Louis Althusser’in ufuk açıcı teorik serüveninden bir kesite başvurmak “moleküler devrim”den kastettiğimizi daha açık kılacaktır. Althusser “Karşılaşma Maddeciliğinin Yeraltı Akımı”[15]nda idealizmden tam olarak sıyrılamamış, telosçu materyalizme karşı belirtilerini Epikuros, Lucretius ve Spinoza’da bulabileceğimiz bir “karşılaşma materyalizmi”ni gündeme getirir. Epikuros dünya oluşmadan önce sonsuz sayıda atomun birbirleriyle temasını önleyen paralel akışlara sahip olduğunu ifade eder. Dünyayı var edecek şey birbirine paralel bir akışa sahip olan atomların “karşılaşma” potansiyelidir. Zorunluluk ve ereksellik düşüncelerine karşı “olumsallık”(contingency) ve sapmayı anlamın ve gerçekliğin kökeni olarak sunan “karşılaşma materyalizmi” ilk karşılaşmanın başlatacağı bir “atom yığışımı” öngörür. Althusser metinde bu sapmayı açıklamak için Lucretius’un “Clinamen” kavramına başvurur. Clinamen atomların hareketliliğindeki asgari bir belirlenimsizliği ifade eder. Çünkü şeyler asla varsaydığımız yollardan geçmezler. Clinamen; yani olabildiğince küçük o ilk sapma karşılaşmadan karşılaşmaya giderek zincirleme bir karambolü oluşturacak ve böylelikle bir dünyayı oluşturacak atomların rastlantısal hareketliliğinin ifadesidir. Clinamen, Nietzsche’nin “estetik dürtü”[16] olarak tanımladığı ayrışıklaşmanın bir başka veçhesi olarak okunabilir. Guattari’yi türdeşleştirilmiş öznellik biçimlerine karşı ayrışıklaşmış öznellik biçimlerine götürenin de yine bu estetik dürtü olduğunu ifade edebiliriz sanıyorum. Kapitalist genel metalaşma ilişkileri ve iktidar semiyotiğince belirlenmiş “sözde karşılaşma halleri”nin dışındaki bir potansiyel olarak clinamen; sanatı politik radikallikle buluşturur. Jacques Ranciere’in anladığı şekliyle estetik, sanat ve politika arasındaki ayrımları berhava edecek bu buluşmanın alanıdır.[17] Kurumsallaşarak “tehlike”lerinden arındırılmış sanatın araçlarını elinden alan, sanat ve hayatı buluşturan siyaset, dayatılan öznellik biçimlerine karşı etiğin el erimindeki estetikle üretilmiş öznellik biçimlerine bel bağlar. Bu yeni öznellik biçimleri iktidar çeperinde açılacak bir yarığın potansiyelini taşır. Etiğin estetikle buluştuğu noktada zincirleme bir karşılaşma başlar ve bu karşılaşmalar bir kar topu etkisiyle bir öznellikler yığışımı, bir kolektif disinhibisyon(norm-dışı hareketlenmeler) makinesi icat eder. Bir sanat yapıtı olarak Gezi direnişi clinamen ilkesinin sonucuydu. Bedeni organizmacı temsilden çekip çıkaran bu Artaudcu “taçlandırılmış anarşi” bedenlerin karnavalını oluşturmuş; gündelik yaşamın nevrotik saplantısı içinde katılaşan arzu kendine bir gedik açmış ve Dionysosçu nakaratını dillendirmişti. Öznelliklerin asla kestirilemez vektörlerinin buluşması anlamında olumsallığın üretimi olan Gezi’de oluş özneyi kapıp götürmüş ve onu bir sanat yapıtı olarak Gezi’nin renklerine dönüştürmüştü. Nietzsche “Güç İstenci”nde “estetik dürtü bir kez işbaşına geçti mi, başka bir yerden kaynaklanan bir sürü mükemmellikler, ‘güzelliğin özel örneğinin’ etrafında kristalleşir.”[18] ifadelerini kullanır. Bir sanatçının paletinden çıkan yeni formlar gibi üretilmiş yeni öznellik biçimleri zincirleme bir karşılaşma haliyle moleküler devrime ulaşmış “güzelliğin özel örneği” olarak Gezide kristalleşerek sanat ve hayatı buluşturmuştur.

            Sanatın insanların kavgasıyla buluştuğu ve öznellikler-arası yeni duygulanımsal kompozisyonlar teşkil ettiği yerde beliren karşılaşma hali düşüncesi özellikle “çağdaş sanat”ın doğuşundan bu yana farklı teorik yaklaşımlarla sanat üzerine düşünenleri meşgul ediyor. Bu noktada yazıldığı günden bu yana çağdaş sanat çevrelerinde gittikçe yaygınlaşan Nicolas Bourriaud’nun “İlişkisel Estetik[19] başlıklı eserine eğilmek zaruri görünüyor.

Bu Dünyaya İnanmak

            İlişkisel estetik kuramı, halen daha sanatı alımlayış tarzımızın bağlı olduğu romantik estetiğin özne-nesne düalitesine dayanan şemasına karşı sanatı “vahşi haldeki duygunun paylaşımı” olarak sanatçıyı ise bir “duygu operatörü” olarak tanımlıyor. “Sanatı alımlayış tarzı” ifadesi dahi nesnenin bağlamının dışındaki bir özneyi varsayması ile gramerin kolaylıkla kaçamadığımız kökensel hatasına düşüyor. İlişkisel estetik, estetik paradigmanın içinden bakan bir perspektifle sanatı bir özne-nesne ilişkisi olarak değil, transversal bir ilişkinin uzamı olarak ele alıyor. Marcel Duchamp’ın “tabloları meydana getirenler, onlara bakanlardır”[20] düsturundan hareketle sanatı öznelliğin etrafından yeniden kurulabileceği bir imge üretimi olarak gören ilişkisel estetik; öznelliği iktidarın elindeki bir araç olmaktan kurtarmayı hedefliyordu. Karşılıklı-öznelliğin, meta ilişkileriyle bir kölelik ilişkisine ya da gündelik hayatın mikro-faşist odaklarınca ötekiye dönük örtük şiddet pratiklerine indirgendiği yerde ilişkisel estetik yapıta bakan özneler-arası yeni ilişki biçimleri tarif etmekteydi.

            Yapıt, bakan kişiler arasında bir etik kurguluyor ve onları kimlik ve özdeşleşme yanılsamalarıyla sabitlendikleri duvarın ötesine taşıyarak çokluklar olarak deneyimin imkanlarını gösteriyordu. Formun kendisini “kalıcı bir karşılaşma”[21] hali olarak tanımlayan Bourriaud, estetik paradigmanın çağdaş sanata kazandırabileceği devrimci olanaklara dikkat çekiyordu. İnsan ilişkilerinin kitle iletişim araçları, meta ilişkileri ve sosyal medya gibi dispozitiflerce içi boş temsillere dönüştürüldüğü günümüzde, prototipleşmiş öznellik biçimlerinin bir fabrikasyonu olarak karşımıza çıkan bu dispozitiflerin; iletişim pazarlayarak gerçek bir iletişimi berhava ettiği yerde sanat gerçek bir ilişkiselliği kurgulayabilme ihtimaliyle özerkleşiyordu. Bourriaud’nun estetik olanı özneler-arası yeni ilişkiler kurgulayan ve yeni öznellik biçimleri keşfeden imge üretimi olarak ele alması estetik paradigmanın çağdaş sanatla teorik düzlemde buluşmasını sağladı. Bu sayede sanat ve hayat pratikte yeniden buluşabilirdi. Ancak gelinen noktada sanat ve hayatın birleştiğini söylemek bariz safdillik olacaktır. İlişkisel estetik, içine doğduğu kurumsal sanat sisteminde bir yarma hareketi oluşturmayı maalesef başaramamıştır. Çağdaş sanat çevrelerinde giderek yaygınlaşan ve ana akım haline gelen ilişkisel estetik teorisi bugün Guattari’nin ifadesiyle “estetik yaratıyı sapkınlaştıran sanat piyasası”[22]nın elinde araçsallaşmıştır. Hal Foster sanat ve hayatın buluştuğunu ancak bu buluşmanın radikal politikanın izleğinde değil kültür endüstrisinin izleğinde gerçekleştiğini ifade ediyordu[23]. Öte yandan sanatın yeni yaşam olasılıklarını sunduğu noktada kapitalizmin faturayı uzattığını Bourriaud de ifade etmişti. Ancak belki de ilişkisel estetik sanatın asla bir para birimine eşitlenemeyeceğini, meta ilişkileri dışında bir ilişkiyi imlediğini ve bir “toplumsal aralık” olarak işlev gördüğünü ifade ederken sanatın hali hazırda bağlı olduğu piyasa sistemini görmezden gelip safdilliliğe düşmüştü. Ayrıca etik ilişkiye girecek olan yapıtla “karşılaşan” öznelerin yapıtla karşılaştıkları mekanın galeriler ve müzeler olduğu gerçeği etiğin olanaklılık düzlemini bir açmaza sokmaktadır. Tony Bennett’in “The Exhibitionary Complex”[24] başlıklı makalesinde “Crystal Palace” müzesi örneğinden hareketle gösterdiği gibi galeri ve müzelerin yazılı olmayan kurallara bağlı bir davranış semiyotiği dayatan gözetim sistemine dayalı mekanlar olduğu gerçeği bu mekanların sanat alımlayıcısı ideal bir kitle yaratmak için kelimenin Foucaultcu anlamında disiplinci araçlar olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır. Galeri ve müze sistemi bir öznel sapma potansiyeli olan sanat eseriyle “karşılaşma” anının doğasını baştan ehlileştirmektedir. Bu noktada galeriler ve müzelerin sanatın tımarhaneleri olduğunu söylemek malumun ilamı olacaktır.



Bugün sanatın içinde bulunduğu kapitalist ilişkiler sorgulandığında örneğin sponsorlara yönelik en ufak bir eleştiride bulunulduğunda dillere pelesenk olmuş “herkes her şeyin farkında ancak alternatif yok” argümanı işlevini gerçekleştirmektedir. “Başka bir dünya mümkün” çığlığının yükseldiği yerde “alternatif yok” gibi kinik bir argümanın yardıma koşması absürd olmakla birlikte zamanın ruhunu da yansıtmaktadır. Ian Buchanan’ın da ifade ettiği gibi “kinizm Foucault’nun faşizm dediği şeyin yeni ismidir”[25]. Bugün sanat ve onun sonsuz virtüelliği kapitalizme içrek faşizm olarak kinizmin gündelik hayatı örgütleyen dispozitiflerince soğurulmaktadır. Belki de ilişkisel estetiğin açımladığı yeni sanat pratiğinin etkin duygulanımları yaşatacak(Spinoza), güç istencinin farkına vardıracak(Nietzsche) karşılaşmaları gerçek manada örgütleyememesi kinizmin öğütücüsünden geçmiş edilgin ve duyarsız bir kiplikte yaşamı sözde deneyimleyen öznelerin hiçbir karşılaşmayı deneyimleyemeyecek bir duvara dönüşmüş olmasından ileri gelmektedir. Koşulların berbatlığına yarım ağızla katılan ancak onun dışında bir yaratıma mahal bırakmayan şu tanıdık jest olarak kinizm kültürel kodların ayrımlarına bakmaksızın ortak bir edilgin nihilist tavrı üretmektedir. Bu edilgin nihilizm hiçbir karşılaşmadan duygulanım alamayacak bir kendi üstüne kapanma hali olarak vuku bulur. Bu öznelliğin gerçek bir etkinlik durumuna yani “oluş”a cevap verebilmesi mümkün değildir; dünyayla yaşayacağı karşılaşmalar yalnızca edilgin veya hınca dayalı ilişkilere sebebiyet verebilir.

            Bu noktada ilişkisel estetik teorisini alternatifini kurduğunu öne sürdüğü an yeniden ona yakalandığı “gösteri” kavramı ekseninde tartışmayı açmak daha açıklayıcı olacaktır. Guy Debord’un “gösteri toplumu” kavramsallaştırmasına gittiği günden bugüne sanatçıların sanatsal eleştiri ve politik eleştiri arasındaki mesafeyi kapatabilmelerini sağlayan bir eleştiri olarak gösteri kavramının eleştirisi bugün ilişkisel estetiğin de dümen suyunu takip ettiği güzergahın hedef tahtasını oluşturuyor. Klasik yabancılaşma teorilerinden günümüzdeki “öznellik üretimi” perspektifine dek uzanan bir çizgide kapitalizmin öznelliği edilgin duygulanımların çevresinde kurguladığı dile getirilmektedir. Bu vurgu, Hegelci bir Marksizme karşı Spinozist bir Marksizmin kurulmaya başlandığı günden ya da birbirine eklenmiş Marx ve Freud vagonuna Nietzsche’yi lokomotif olarak ekleyen jest gündeme geldiğinden bu yana belirleyici bir şekilde artmaktadır. Sanatı eğlence ve pop kültüre indirgeyen gösteri olgusu “seyirci” olarak kurguladığı, imaj temerküzüne uğrayan edilgin  öznellik modelini doğrudan yansıtmaktadır. Kapitalizmin doldurduğu imge repertuvarıyla öznelliğin bu çeşit edilgin ve tepkisel modlarına(seyirci) karşı bir uyarıcı olmak ise politik eleştiriyle arasındaki mesafeyi kapatmak isteyen sanatsal faaliyetin birincil amacı olarak karşımıza çıkmaktaydı. Bu noktada ilişkisel estetiğin de olumladığı bir kavram olarak “katılım”, gösterinin edilgin duygulanımların esiri olarak öznelliği kodlayan dünyasına karşı bir alternatif olarak öznelliği etkinleştirecek bir perspektifi imliyordu. Gösterinin eleştirisi olarak öznelliği edilgin kipliklerden kurtaracak katılım düşüncesi sanatsal eleştiri ve politik eleştiri arasındaki transversal bağlantıların keşfedilmesi için atılmış önemli bir adım olarak hala önemini koruyor. Katılımcı sanat seyirci modelinin altını oyarak, gösterinin tüketim olarak kurguladığı sanatsal faaliyet alanını bir üretim alanına dönüştürüyordu. Katılım kapitalizmin duygulanma kudretini belirlediği uzamda bir yarık olarak işlev görüyor ve uyuşturulmuş öznelliği yeniden etkin kılmayı hedefliyordu. Ancak kapitalizmin artık gösteriden ziyade katılımı fetişleştirdiği koşullarda bu iddiaların geçerliliği şüpheli konuma düşmektedir. Baudrillard gibi bir filozofu tartışmaya dahil edersek tartışma daha da dallanıp budaklanacaktır. Baudrillard artık mesaj ve mecranın ayırt edilemez bir ilişkiye girdiğini ifade ettiğinde aslında gösterinin tek yönlü bir aktarım olarak değil, karşılıklı bir süreç olarak işlemeye başladığını açıklamaya çalışıyordu. Yani gösteri artık kendi içinde edilgin bir seyirciden çok katılımcı bir seyirciyi üretmekteydi. Post-politik bir konsensüs ortamının içinde artık mesaj ve mecra, fail ve madun ayırt edilemez bir ortaklık içinde hareket etmekte ve katılımın kendisi ana akım haline gelmektedir. Bu noktada, bugün gösteri kavramının eleştirisini ona karşı saf bir kalkış noktası olan “katılım” fikrinin gözünden gerçekleştirmenin bir hata olduğunu ifade edebiliriz. Gösteri toplumunu halihazırda katılımı içinde soğurduğu koşullardan hareketle eleştirmek gerekmektedir. Kapitalizmin katılımı içselleştirdiği koşullarda ilişki her ne kadar etkinleşmiş bir ilişki gibi gözükse de özünde hala edilgen bir ilişkidir. Kapitalizm, kendi sınırının yerinden ederek gösterinin uzamında katılımı da içselleştirmiş onun “oluş” olarak anlamını yok ederek onu iletişim ve eğlenceye indirgemiştir. Oluş olarak katılım karşılaşmanın ikili bir kapma olarak vuku bulmasıdır. Deleuze’ün bal arısı – orkide örneğinde olduğu gibi karşılaşma sanat eseriyle karşılaşan özneyi asla baştan kestirelemeyecek bir noktaya taşır. Öte yandan Duchamp’ın “tabloları meydana getirenler, onlara bakanlardır” düsturundan anlayacağımız gibi eserle karşılaşan özne eserin yeni bir üreticisine dönüşecek ve eserde bu süreçten farklılaşmış olarak çıkacaktır. Katılım olarak oluşun ikili kapma olarak anlamı bugün yalnızca sanatta değil, insani ilişkilerin her alanında high-tech iletişim araçlarıyla birlikte içi boş birer temsile dönüşmüştür. Burada katılım anlık bir –mış gibi yaşama hali yahut kendi üstüne kapanan bir egonun daha da şişirilmesi olarak gerçekleşir. Bugün konsensüs ve iletişim gibi fikirlerin daha revaçta olması Deleuzecü anlamda “kritik ve klinik” bir perspektiften okunduğunda dünyadaki hastalığın büyük bir semptomudur. Konsensüs ve iletişim, oluş fikrinin tam zıttı bir konumda edilgen ilişkileri imler ve “özne” fikrine kökünden bağlıdır. Bir ilişki, bir karşılaşma ya da “katılım” ancak ikili olarak özne olma halini parçaladığı takdirde vuku bulur. Özneler-arasılık gibi konsensüsçü kavramların kofluğu özneler-arasılık gibi bir şeyin gerçek bir ilişkide asla varolamayacak olmasıdır; ilişki ancak özneler-arasılık düzlemini parçalayacak öznesiz bir süreç olarak deneyimlenebilir. Aksi halde yaşanan bir ilişki değil, bir benlik yanılsaması olan temsilin içindeki kör dövüşüdür.

Kapitalizm katılım örneğinde olduğu gibi ilişkinin oluş olarak içeriğini kapma aygıtlarıyla özümsemiş ve kaçış çizgilerinin yönünü kendi üstüne kapanacak şekilde düzenlemiştir. Kapitalizm artık öznelliğin temelde hala edilgin olduğu ancak kolaylıkla etkinlik yanılsaması içine katılabileceği “kavramlar”(konsept) yaratmaktadır. Politik eleştiriyle arasındaki mesafeyi kapatmak isteyen sanatsal faaliyetin temel amacı iletişim sektörü ve sanat piyasasının elinde aparata dönüşmüş kavram fikrini onlardan çalmak ve gerçek oluş çizgileri yaratacak faaliyetlere geri kazandırmak olmalıdır. Kurumsallaşmış sanatın içinde katılım gösteri olgusunun farklılaşmış bir veçhesi olarak gerçekleşmektedir. Estetik paradigma yalnızca kurumsallaşmış sanatın altını oyduğu ve ilişkinin içeriğinin nasıl boşaltıldığını ifşa ettiği takdirde gerçek bir ilgaya ve sonrasında yaratıma ulaşacaktır.

Çözüm, sanatın insanların kavgasıyla buluştuğu yani kendinde estetik olan etik siyasetin, estetiği kurumsallaşmış sanatın kölesi olmaktan kurtararak kurumsal sanatı geçersiz kılacağı moleküler sapmayı başlatmaktır. Radikal politikanın sanatla buluşup kurumsal sanatı “gereksiz” kıldığı örnekleri uzakta aramaya gerek yok. Bu noktada 2013 Bienalinde Gezi direnişinin zaten şimdiye dek gerçekleşmiş en büyük  bienal olduğu ve bu haliyle “Bienal”i lüzumsuz kıldığına yönelik tartışmalar hatırlatılabilir.[26]



            Bugün kapitalizmin yeniden yerliyurdlulaştırmak için gerçekleştirdiği yersizyurdsuzluşmaları göçebe öznellikle karıştırma tehlikesi söz konusudur. Sanat piyasası mutlak yersizyurdsuzlaşmalara ulaşma potansiyelini kurumsal pratikleriyle göreli yersizyurdsuzlaşmalara dönüştürmekte ve göçebe öznelliğin kendisini pazarlama konusu haline getirmektedir. Göreli yersizyurdsuzlaşmalara karşı mutlak bir yersizyurdsuzlaşmanın potansiyeli; sanatın insanların kavgasıyla buluşmasını sağlayacak moleküler sapmanın kestirilemezliğiyle özdeştir.

Toprağın yerleşik güçlerine karşı göçebeliğe ulaşmak bugün belki de hiç olmadığı kadar zor. Çünkü bugün toprağın yerleşik güçleri kaygan bir zemine kavuşmuş ve göçebeleşmiştir. Bu koşullar altında gerçek bir göçebeliği ayırt etmek daha da zorlaşmaktadır. Denetim toplumlarının hakikati hareket halindeki akışların ön-düzenlemesi yoluyla öznelliğin libidinal ekonomisini özgürleştirir görünerek kendi açtığı olukta arzuyu düzenlemektir. Öteki bir deyişle günümüzde dünya göçebeliğin yasalarında işler görünmektedir. Bu noktada göçebeliğin üzerine daha çok düşünmek durumundayız. Deleuze Müzakereler’de bir Toynbee alıntısı yapar: “Göçebeler hareket etmeyenlerdir, onlar çekip gitmeyi reddettikleri için göçebelerdir.”[27]. Bugün hareket halindeki bir dünyanın çağrısına uymak göçebeleşmek değildir. Bize modern olarak sunulan kipliklere karşı kuşkucu bir ethos  üretmek göçebe öznellliğin öncelikli koşulu olarak gözüküyor. Kapitalizmin elinden göçebeliği almak aslında onun yalnızca konumlardan konumlara bir hareket olarak göreli yersizyurtsuzlaşmayı sağladığını ifşa etmekle mümkündür. Burada bir kavram önererek aslında kapitalizmin göçebe görünümlü bir “göçmenlik” olarak vuku bulduğunu dramatize edebiliriz. Çünkü göçmenlik konumlardan konumlara özdeşliklerden özdeşliklere gerçekleşen bir harekettir. Denetim toplumlarının kaygan ağında aslında gerçekleşen sürekli yeni ikamelerdir. Bu noktalardan noktalara bir “hareket” olarak vuku bulan göçmenliğe karşı göçebeliğin oluşlardan oluşlara bir “hız” olduğunun ayırdına varmamızı sağlar. Deleuze’ün kullanmayı sevdiği “kımıldamayan göçebelik” tabiri oluşun “hareket etmeyen bir hız hali” olduğuna yöneliktir. Göçebelik kapitalizmin göreli yersizyurdsuzlaşmalarla gerçekleştirdiği aktüelleşmeler değil, virtüelliğin sonsuz zenginliğinde hızla gerçekleşen oluşlardır. Sapma, hareket halindeki bir dünyanın çağrısına uymak değil, kımıldamayan bir göçebelik olarak hıza ulaşmaktır. Toprağın yerleşik güçlerinin bu denli kayganlaştığı koşullarda kaldırım taşlarının altında bir kumsalın kalıp kalmadığı yıldırıcı soru işareti olarak karşımızda duruyor. Ancak kaldırım taşları kaldırılmayı, yeni öznellik biçimleri keşfedilmeyi bekliyor. İktidar ve meta ilişkilerinin minyatürleştikçe tiranlaştığı günümüzde iktidarın gözünden kaçmayı başaran alanlar keşfetmek yalnızca sanatla mümkün olabilir. Sanat kendinde kolektiftir, sözcelemin ve duygunun yeni bir düzenlemesi olarak sanat aracılığıyla yeni bir hayatın mikropolitikası icra edilir. Sanat, hayatı-içkinliği olumlamak ve bu dünya ne kadar umut beslenemez olsa da Deleuze’ün ifadesiyle “bu dünyaya inanmak”[28] meselesidir. Bu basit anlamda bir ütopyacılık değildir, bu dünyadaki “diğer olanakların” keşfi olması anlamında kaldırım taşlarının altındaki kumsala inanmaktır. Bu anlamda sanatı bilimin ve kurumsal sanatın üst-beninden kurtaracak “estetik paradigma” aklın duygusunun değil duygunun aklının peşindedir. “Duygu”, öznelliği özgürlüğün bir çeşit ontolojisi olarak ifade edebileceğimiz oluş etiği bağlamında yeniden kurgulamamızı sağlayacak yegane özdür. Sanat bize çoktan unuttuğumuz bu bağlamı hatırlatacaktır. Son sözü Nietzsche’ye bırakalım: “Sanat; başka hiçbir şey değil sanat. Hayatı mümkün kılmanın yegâne imkânı; hayat karşısında bizi baştan çıkaran ve uyaran büyük sanat”.

Bu yazı "Duygu Çağı"nın 1. sayısında yayınlanmıştır.


[1] Guattari F., “Chaosmosis”, Indiana University Press, Tra. Bains P., Pefanis J., Indianapolis: 1992,  s. 10.
[2] A.g.e., s. 10.
[3] Foucault M., “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve İktidar, Ayrıntı Yay., Çev. Ergüden I., Akınhay O., İstanbul: 2011, s. 173-193.
[4] Baker U., “Sanat ve Arzu”, İletişim Yay., İstanbul: 2014, s. 66.
[5] Deleuze G., Guattari F., “Mille Plateaux”, Minuit: 1980, s. 13.
[6] Megill A., “Aşırılığın Peygamberleri”, Say Yay., Çev. Birkan T., Ankara: 2012, s. 247.
[7] Deleuze G., Guattari F., “Anti-Oedipus”, University of Minnesota Press., Tra. Hurley R., Seem M., R. Lane H., Minneapolis: 1983., s. 9.
[8] Deleuze G., “Diyaloglar”, Bağlam Yay., Çev. Akay A. İstanbul: 1990, s. 16.
[9] Guattari F., “Chaosmosis”, Indiana University Press, Tra. Bains P., Pefanis J., Indianapolis: 1992 s. 7.
[10] Adorno T. “Minima Moralia”, Metis Yay., Çev. Koçak O., Doğukan A., İstanbul: 2009, s. 58.
[11] Deleuze G., “Spinoza Pratik Felsefe”, Norgunk Yay. Çev. Baker U., Nahum A., İstanbul: 2011, s. 43.
[12] Foucault M. “Hapishanenin Doğuşu”, İmge Yay., Çev. Kılıçbay M. A., Ankara: 1992, s. 36
[13] Deleuze G. “Yaratma Eylemi Nedir?” Kay. Körotonomedya, Çev. Baker U.
[14] A.g.y.
[15] Althusser,L., “Yazılar”, Cilt 4, İthaki Yay., Çev.Alp Tümertekin, İstanbul: s. 247- 293.
[16] Nietzsche F. “Güç İstenci”, Say Yay. Çev. Epçeli N., Ankara: 2014,  s. 505
[17] Ranciere J., “Estetiğin Huzursuzluğu Sanat Rejimi ve Politika”, İletişim Yay., İstanbul, 2014.
[18] A:g.e. s. 505
[19] Bourriaud N., “İlişkisel Estetik”, Bağlam Yay., Çev. Özen S., İstanbul: 2005
[20] A.g.e., s. 43
[21] A.g.e. s. 30
[22]  Guattari F., The Guattari Reader, Oxford,  Blackwell: 1996, s. 265.
[23] Aktaran Artun A., "Kuramda Avangardlar Ve Bürger’in Avangard Kuramı.", Bürger P., “Avangard Kuramı” içinde. İletişim Yay., Çev Özbek E., İstanbul: 2010.
[24] Bennett T., “New Formations”, Number-4, Spring, I988
[25] Buchanan I., “Deleuze ve Guattari’nin Anti-Ödipus’u, BS Yay., Çev. Ege F., Erdoğan H., Ankara 2014., s. 191.
[26] Kendell G., “En Büyük Bienal Gezi Parkı’nda”, Radikal, 10 Haziran 2013.
[27] G. Deleuze, “Negotiations” s.138
[28]Deleuze G., “Sinema I - Hareket-İmge”, Çev. Özdemir S., İstanbul, 2014: s. 166