9 Mart 2016 Çarşamba

Organsız Beden Üzerinde Bir Göçebe: Antonin Artaud

Söz konusu Antonin Artaud olduğunda; içinde konuşan öznenin kaybolduğu dilsel deneyimi yaşamsal deneyimden ayırmak neredeyse imkansızdır. Artaud’nun oluşların sonsuz coğrafyasında kaybolmaya yönelik arzusu, dilsel deneyimle yarattığı yeğınlıklerın içinden geçen bedeninde gözlenir. Öyle ki onun bedeni asla bir organizma teşkil etmez. Deleuze ve Guattari’nin coşkuyla ifade ettiği gibi Artaud “organsız beden”i keşfetmiştir. Organların tek bir plan izleğinde düzenlendiği ve eklemlendiği süreç içinde acı içinde kıvranan bir anti-üretim sentezi olarak organsız beden; çevresinde öznenin bir “kalıntı” olarak üretildiği kaotik bir akım merkezidir. Organsız beden öznenin içinde “ben” deme yanılsamasına düştüğü üretim süreçlerinden mutlak ya da göreli bir suretle özerkleşebileceği ve egonun yapay birliğinden kurtulup oluşlara katılabileceği metastabl tözdür. Nietzsche “tarihteki bütün isimler benim” dediği zaman organsız beden üzerindedir. Organsız beden eşik ve eksenleriyle tam bir yumurtadır  ve meşhur paradoksun hakikati yumurtanın(organsız beden) kendini yeniden üretmek için tavuğu(özneyi) ürettiğidir. Organsız beden organların mutlak bir anlam ve organizasyona göre organize edildiği süreçte “ben” deme erkinin yapaylığını ortaya çıkarır. Özne, arzunun organsız bedenin üzerindeki patikalarda gerçekleştirdiği yolculukta çepeçevre sarıldığı yoğunlukların sonucunda üretilir.

***
"Beden bedendir
tümüyle kendisidir
ve organlara ihtiyacı yoktur
beden asla bir organizma değildir
organizmalar bedenin düşmanıdır." A.A.
***



“Délire”in(sayıklama) gösteren diktatörlüğüne karşı girişeceği bir yarma hareketi (breakthrough movement) olarak edebiyat ve yaşamın biricik örneklerinden olan Artaud’nun -intiharla- bir çöküş hareketiyle(breakdown movement) sonuçlanan yaşamına onun açıkça lanetlediği psikiyatrinin araçlarından arınmış bir çözümlemeyle yaklaşmalıyız. Patolojiyi çeperdekilerden alıp topluma ikame edecek bir bakış, şizoanaliz bu işlevi görebilir. Çünkü konu arzu olduğu zaman “ne anlama geliyor?” sorusunun bizi iğneleyeceği gösteren duvarına karşı  “işlevi nedir?” sorusunun bizi götüreceği libidinal ekonomi gösteren “duvarı(nı) törpüleme”nin(Van Gogh) peşindedir. Ve Artaud’da duvarın şiddetle çöküşüne tanık oluruz. Duvarı yerle yeksan ederken Artaud kendini feda etmiştir. Bu ikili yok oluş hareketi içinde biz düşüncemizin bağlı olduğu sınırı ve sözcelerin hali hazırda bağlı bulunduğu sözcelem düzenlemesini ayırt ederiz. Artaud’da sentaks sınırı yeniden onaylamayacak bir ihlalin yani devrimin kaynağı haline gelmiştir. Ses-söz-yazı ayrımlarını askıya alan nefes-sözcükler (les mots-souffles) socius’un acı çektirdiği organsız bedenin dili ve belki de haykırışıdır. Şüphesiz ki Artaud acı çekmektedir. Kendi bedeninden bir organsız beden yaratmış olan Artaud’nun bedenini bir anlamlamanın lehine organizmaya dönüştürmek isteyen socius’un mevcudiyeti ve özellikle psikiyatrik pratikleri organsız bedene saplanan süngüler gibidir. Artaud organsız beden üzerindeki oluşlarıyla bilinçdışının yetimliğini keşfetmiştir. Ancak Deleuze ve Guattari’nin “ödipal tatbik etme” şeklinde saptadığı tüm akımları aile romansına yahut sökülmüş bir kısmi nesnenin diktatörlüğüne (fallus) indirgeyen pratikler Artaud’yu geri dönülmez bir katatoni’ye sürüklemektedir. Üç sene içerisinde toplam elli kere elektro-şok ”tedavisi” gören Artaud’yu anın ruhsal vahşetiyle hayal edebiliriz. Elektro-şoklarla öldürülmeye çalışılan bir organsız beden… Katatoni mutlak bir özerkleşme potansiyeli taşıyan organsız bedenin socius tarafından sürekli aynı gösteren diktatörlüğüne gönderildiği yerde ortaya çıkmaktadır. Gösterenin bu emperyalizmi organsız bedene dönüşmüş evrensel üretici modeli olan şizo özneyi artık bir daha üretmemeye itebilir. Ve Organsız Beden kendi üstüne kapanır artık “gözler yumulu, burun delikleri kapalı, kulaklar tıkalı” olacaktır. Bilinçdışının pasif sentezlerinin gayrimeşru yani ödipal kullanımı yoluyla üretilmiş özdeşlik yanılsamasıyla sabitlendiğimiz gösteren duvarına karşı Artaud katatoni momentine geldiğinde kendisiyle birlikte duvarı da havaya uçurmuştur. Çünkü belki de Artaud bilinçdışının bir fabrika olduğunu bizzat deneyimlediği oluş sürecinde gösteren duvarının tahammül edilemez görüntüsünü zihninden bir saniye olsun atamamıştır. Sabitlendiği duvardan kurtulmaya çabalayan ancak her çırpınışında gösterenin paranoyak şiddetine maruz kalan, ödipal üretime bağlanmış arzulama makinelerinin altında acı içinde kıvranan sonsuz sayıda organsız beden… Organsız bedendeki her acı biriminin diktatör gösterene artı-keyif verdiği bu “yüce duvar”da Artaud’nun “nefes-sözcükler”i bilinçdışının şizo-devrimci kutbundan faşist paranoyak kutba, gösterenin egemenliğine yapılan bir saldırıdır. Bilinçdışının bu çifte kutupluluğu Artaud’nun "tüm insani çelişkilerin ve ilkesel çelişkinin imgesi" şeklinde tanımladığı “Heliogabale Taçlı Anarşist”de somutluk kazanır.

Deleuze “Dünya, hastalığın insanla karıştığı semptomlar bütünüdür.” der ve edebiyatı bir sağlık girişimi olarak tanımlar. Patolojinin mekanı çoğunluktur. Ve edebiyatçı dünyanın hekimi olarak işlev görmektedir. Ne “akıl sağlığı” ne de “akıl hastalığı” söylemi gerçeği yansıtır. Artaud’nun deneyimi patolojinin “akıl sağlığı”nda olduğunu göstermektedir. Belki de Artaud özellikle “vahşet tiyatrosu”yla dünyayı tedaviye yönelmiştir. Tıpkı Van Gogh gibi yaşadığı tarifsiz acıyı ve bedeninde hissettiği şiddeti tiyatrosuna yansıtarak acı ve şiddetin deneyimin yeni bir veçhesine yönelik bir atılım için uyarıcı işlevi olabileceğini düşünmüştür. Ve Artaud bilinçdışında keşfettiği fabrikayla sözde bir akıl sağlığı söylemine yaslanarak “tedavi”ye girişen psikiyatri ve psikanalizi paramparça etmiştir. Vahşet tiyatrosuyla “hastalıklı kültürümüz”ü tedaviye girişmiştir.

***
Vücut, derinin altında, çok ısınmış bir fabrikadır,
ve, dışarıda,
hasta parıldamaktadır,
ışıldamaktadır,
bütün gözenekleriyle,
ki patlak. A.A.
***



            Bilinçdışının yalnızca gösterene götürecek “anlam” kaygısıyla değil “işlev”le bağlantılı kavranışı bizi öznenin bir fabrikada olduğu gibi üretildiği organsız bedenin merkezine götürür. Artaud organsız beden üzerinde Nietzscheci metastabl özneyi gerçekleştirmiştir. Artaud için adı, soyadı ya da kim olduğu gibi sorular değersizdir artık. O organsız beden üzerinde “tarihteki bütün isimler”e sahiptir. Kadın-oluşla girilen oluşlar coğrafyasında Artaud akımı radikalleştirmiş ve algılanamaz-oluşa(becoming-impercetible)ulaşmıştır. Artaud bir özel isimle ayırt edilemez artık. Artaud organsız beden üzerinde bazen annesi bazen babası bazen Dreyfus bazense Cengiz han olabilir. Şizonun oluşu sorgulanmamalıdır. O her zaman oluşta Deleuze’ün ifadesiyle “aralıkta ya da içindedir” çünkü oluş bitimsiz bir süreçtir. Şizo hem herkes hem de hiç kimse olmayı başaran evrensel üretici modelidir. Ve Artaud bu modeli yansıtmaktadır.

***
"Ben Antonin Artaud, oğlumum, babamım, annemim ve kendimim." A.A.
***

Edebi sözden bahsettiğimizde söylemin dilin içinde yaratmak istediği yapay sonluluğa karşıt bir biçimde ondan kaçan bir şeyden bahsederiz. Dil göndergeselliğiyle sonsuzdur. Söylemin yaratmak istediği sonluluğa karşı edebiyat dilin bütün mevcudiyetiyle belirmesini sağlar. Belki de Mallarme’ın parole brute(ham-kaba dil) ile parole essentielle(özsel dil) arasına koyduğu ayrıma gitmek faydalı olacaktır. Dilin araçsal kullanılışına tanık olduğumuz söylemsel oluşumlar ya da gündelik hayatta dil kendinde bir varoluşa sahip olamaz. Bu dilin temsili kullanımı olması anlamında parole brutedur. Ancak edebiyatta dil kendinden başka bir şey aktarmaz. Dilin suskun kalıp nesne ve olguların temsil edildiği parole brute’a karşı parole essentielle’de dil olarak dil konuşur. Dilde yalnızca dilin konuştuğu dilin bütün mevcudiyetiyle belirdiği deneyime kısmen edebiyatta bütünüyle ise şiirde ulaşırız. Dilde varlığın dolaysızca konuşmasını sağlamaya çalışan parole brute’un temsil edici işlevini “askıya alan” parole essentielle’in ön koşulu öznesiz bir süreç olmasıdır. Öznenin dili ve şeyleri araçsallaştırdığı(ve aslında kendisinin araçsallaştığı) kullanımlara karşı özellikle şiirde özne dilin içinde kaybolmaktadır. Bu belki de Blanchotcu anlamda “sanat eserinin gayri şahsiliği”dir. Sanat onu önceleyen onu “icra eden” bir özneyi kaldırmaz. Sanat ve dilin mevcudiyeti ancak ve ancak özne onun içinde bir yokoluş sürecine girdiğinde ortaya çıkar. Blanchot bu durum için görünen “ben”in ardındaki üçüncü tekil şahsı yani “o”yu bulmak diyordu. Çünkü Deleuze’ün Edebiyat ve Yaşam’da ifade ettiği gibi edebiyat “görünüşteki kişilerin altında, kesinlikle genellik olmayan, tekilliğin en son noktası olan bir kişisizin gücü” keşfedildiğinde başlamaktaydı. “Ben” deme erkinden vazgeçerek deneyimleyebileceğimiz bu yokoluş süreci asla bir çöküş hareketini betimlemez. Öznenin yok oluş süreci Artaud’da gördüğümüz gibi aynı zamanda bir atılımdır da.

Artaud’nun önemi “ben” deme erkinden vazgeçilerek başlayacak bu atılımın psişesini açık bir şekilde ortaya koymasıdır. Artaud “ben”in içimizdeki üçüncü tekil şahsın yanında üretilen bir kalıntı olarak anlamını organsız bedeni keşfederek göstermiştir. Konuşan özne ile hakkında konuşulan öznenin aynı şey olduğunu Artaud dilsel deneyimde kendi özneliğinin parçalanıp dağıldığı uzam olarak organsız beden üzerinde ispatlamıştır. “Ben”in ardındaki saklı güç olarak “o” açıktır ki organsız bedendir. Söz konusu üçüncü tekil şahsın keşfi ve deneyimlenmeye başlaması özneyi dağıtarak “algılanamaz-oluş”a kadar süreci radikalleştirir. Algılanamaz oluş artık bir yüze sahip olmamak yani ifade ettiğimiz gibi “herkes olurken hiç kimse olabilmek” anlamına gelir. Bu üçüncü tekil şahsın keşfiyle birlikte yüzümüzü kaybederek aslında tüm yüz-oluşlara açılır ve Ferlinghetti’nin ifadesiyle “dördüncü tekil şahıs” kipini deneyimlenmeye başlarız. Bu anlamıyla içimizdeki üçüncü tekil şahıs olarak organsız beden varılabilecek nihai etik-politik gücün ifadesidir.

***
“Gerçek bir dil anlaşılmazdır. Dillerini ustalıkla kullananlar, sözcüklerin bir anlamı olduğunu sananlar, domuzdurlar.”A.A.
***

Geriye Antonin Artaud’nun bugün için bizim güncelliğimizde ne anlama gelebileceği sorusu kalıyor. Artaud ve benzerlerinde (Beckett, Michaux, Roussel vb.) rastladığımız yaşamsal deneyimden ayrılamaz dilsel deneyim bize “dışarı”nın deneyimini vermektedir. Ve bu dışarı  düşüncemizin ve dilin bağlı bulunduğu toprakların sınırını çıplaklaştırır. Artaud her ne kadar tam tersini söylese de sözün Deleuzecü anlamında “dünyaya inanmaktadır”. İçkinlik düzlemindedir Artaud, bu bir başka dünyaya(ütopya) inanmak değil bu dünyadaki diğer olanakları keşfetmektir.



***
“Yaşam sözcüğünü söylediğimizde, olayların dışından tanınan bir yaşam değil, kalıpların kendisine dokunamadığı dayanaksız ve kıpır kıpır bir tür yuva söz konusudur.” A.A.
***

            Artaud organsız bedeni keşfederek saf yaşamın “kalıpların kendisine dokunamadığı” tözünü keşfetmiştir. Hastalıklı çağımızda yaşamın tözü bağlı olduğumuz topraklara göre “dışarı”da yer almakta ve  hala keşfedilmeyi beklemektedir.

***

"Belki bir gün deliliğin ne olmuş olduğu açıkça bilinemeyecek... Artaud bizim dilimizin topraklarına ait olacak, onun kopuşuna değil… Bugün sınırın, veya tuhaflığın, veya dayanılamazın tarzında deneyimlediğimiz her şey, olumsallığın sükunetinde yeniden bir araya gelecek.”(Michel Foucault)

Bu yazı Mosmodern'ın 5. sayısında yayınlanmıştır.