Söz
konusu Antonin Artaud olduğunda; içinde konuşan öznenin kaybolduğu dilsel
deneyimi yaşamsal deneyimden ayırmak neredeyse imkansızdır. Artaud’nun
oluşların sonsuz coğrafyasında kaybolmaya yönelik arzusu, dilsel deneyimle
yarattığı yeğınlıklerın içinden geçen bedeninde gözlenir. Öyle ki onun bedeni
asla bir organizma teşkil etmez. Deleuze ve Guattari’nin coşkuyla ifade ettiği
gibi Artaud “organsız beden”i keşfetmiştir. Organların tek bir plan izleğinde
düzenlendiği ve eklemlendiği süreç içinde acı içinde kıvranan bir anti-üretim
sentezi olarak organsız beden; çevresinde öznenin bir “kalıntı” olarak
üretildiği kaotik bir akım merkezidir. Organsız beden öznenin içinde “ben” deme
yanılsamasına düştüğü üretim süreçlerinden mutlak ya da göreli bir suretle
özerkleşebileceği ve egonun yapay birliğinden kurtulup oluşlara katılabileceği
metastabl tözdür. Nietzsche “tarihteki bütün isimler benim” dediği zaman
organsız beden üzerindedir. Organsız beden eşik ve eksenleriyle tam bir
yumurtadır ve meşhur paradoksun hakikati
yumurtanın(organsız beden) kendini yeniden üretmek için tavuğu(özneyi)
ürettiğidir. Organsız beden organların mutlak bir anlam ve organizasyona göre
organize edildiği süreçte “ben” deme erkinin yapaylığını ortaya çıkarır. Özne,
arzunun organsız bedenin üzerindeki patikalarda gerçekleştirdiği yolculukta
çepeçevre sarıldığı yoğunlukların sonucunda üretilir.
***
"Beden
bedendir
tümüyle
kendisidir
ve
organlara ihtiyacı yoktur
beden
asla bir organizma değildir
organizmalar
bedenin düşmanıdır." A.A.
***
“Délire”in(sayıklama)
gösteren diktatörlüğüne karşı girişeceği bir yarma hareketi (breakthrough
movement) olarak edebiyat ve yaşamın biricik örneklerinden olan Artaud’nun
-intiharla- bir çöküş hareketiyle(breakdown movement) sonuçlanan yaşamına onun
açıkça lanetlediği psikiyatrinin araçlarından arınmış bir çözümlemeyle
yaklaşmalıyız. Patolojiyi çeperdekilerden alıp topluma ikame edecek bir bakış,
şizoanaliz bu işlevi görebilir. Çünkü konu arzu olduğu zaman “ne anlama
geliyor?” sorusunun bizi iğneleyeceği gösteren duvarına karşı “işlevi nedir?” sorusunun bizi götüreceği
libidinal ekonomi gösteren “duvarı(nı) törpüleme”nin(Van Gogh) peşindedir. Ve
Artaud’da duvarın şiddetle çöküşüne tanık oluruz. Duvarı yerle yeksan ederken
Artaud kendini feda etmiştir. Bu ikili yok oluş hareketi içinde biz
düşüncemizin bağlı olduğu sınırı ve sözcelerin hali hazırda bağlı bulunduğu
sözcelem düzenlemesini ayırt ederiz. Artaud’da sentaks sınırı yeniden
onaylamayacak bir ihlalin yani devrimin kaynağı haline gelmiştir. Ses-söz-yazı
ayrımlarını askıya alan nefes-sözcükler (les mots-souffles) socius’un acı
çektirdiği organsız bedenin dili ve belki de haykırışıdır. Şüphesiz ki Artaud
acı çekmektedir. Kendi bedeninden bir organsız beden yaratmış olan Artaud’nun
bedenini bir anlamlamanın lehine organizmaya dönüştürmek isteyen socius’un
mevcudiyeti ve özellikle psikiyatrik pratikleri organsız bedene saplanan
süngüler gibidir. Artaud organsız beden üzerindeki oluşlarıyla bilinçdışının
yetimliğini keşfetmiştir. Ancak Deleuze ve Guattari’nin “ödipal tatbik etme”
şeklinde saptadığı tüm akımları aile romansına yahut sökülmüş bir kısmi
nesnenin diktatörlüğüne (fallus) indirgeyen pratikler Artaud’yu geri dönülmez
bir katatoni’ye sürüklemektedir. Üç sene içerisinde toplam elli kere
elektro-şok ”tedavisi” gören Artaud’yu anın ruhsal vahşetiyle hayal edebiliriz.
Elektro-şoklarla öldürülmeye çalışılan bir organsız beden… Katatoni mutlak bir
özerkleşme potansiyeli taşıyan organsız bedenin socius tarafından sürekli aynı
gösteren diktatörlüğüne gönderildiği yerde ortaya çıkmaktadır. Gösterenin bu
emperyalizmi organsız bedene dönüşmüş evrensel üretici modeli olan şizo özneyi
artık bir daha üretmemeye itebilir. Ve Organsız Beden kendi üstüne kapanır
artık “gözler yumulu, burun delikleri kapalı, kulaklar tıkalı” olacaktır.
Bilinçdışının pasif sentezlerinin gayrimeşru yani ödipal kullanımı yoluyla
üretilmiş özdeşlik yanılsamasıyla sabitlendiğimiz gösteren duvarına karşı
Artaud katatoni momentine geldiğinde kendisiyle birlikte duvarı da havaya
uçurmuştur. Çünkü belki de Artaud bilinçdışının bir fabrika olduğunu bizzat
deneyimlediği oluş sürecinde gösteren duvarının tahammül edilemez görüntüsünü
zihninden bir saniye olsun atamamıştır. Sabitlendiği duvardan kurtulmaya
çabalayan ancak her çırpınışında gösterenin paranoyak şiddetine maruz kalan,
ödipal üretime bağlanmış arzulama makinelerinin altında acı içinde kıvranan
sonsuz sayıda organsız beden… Organsız bedendeki her acı biriminin diktatör
gösterene artı-keyif verdiği bu “yüce duvar”da Artaud’nun “nefes-sözcükler”i bilinçdışının
şizo-devrimci kutbundan faşist paranoyak kutba, gösterenin egemenliğine yapılan
bir saldırıdır. Bilinçdışının bu çifte kutupluluğu Artaud’nun "tüm insani
çelişkilerin ve ilkesel çelişkinin imgesi" şeklinde tanımladığı “Heliogabale Taçlı Anarşist”de somutluk
kazanır.
Deleuze
“Dünya, hastalığın insanla karıştığı semptomlar bütünüdür.” der ve edebiyatı
bir sağlık girişimi olarak tanımlar. Patolojinin mekanı çoğunluktur. Ve
edebiyatçı dünyanın hekimi olarak işlev görmektedir. Ne “akıl sağlığı” ne de “akıl
hastalığı” söylemi gerçeği yansıtır. Artaud’nun deneyimi patolojinin “akıl
sağlığı”nda olduğunu göstermektedir. Belki de Artaud özellikle “vahşet
tiyatrosu”yla dünyayı tedaviye yönelmiştir. Tıpkı Van Gogh gibi yaşadığı
tarifsiz acıyı ve bedeninde hissettiği şiddeti tiyatrosuna yansıtarak acı ve
şiddetin deneyimin yeni bir veçhesine yönelik bir atılım için uyarıcı işlevi
olabileceğini düşünmüştür. Ve Artaud bilinçdışında keşfettiği fabrikayla sözde
bir akıl sağlığı söylemine yaslanarak “tedavi”ye girişen psikiyatri ve
psikanalizi paramparça etmiştir. Vahşet tiyatrosuyla “hastalıklı kültürümüz”ü
tedaviye girişmiştir.
***
Vücut,
derinin altında, çok ısınmış bir fabrikadır,
ve,
dışarıda,
hasta
parıldamaktadır,
ışıldamaktadır,
bütün
gözenekleriyle,
ki
patlak. A.A.
***
Bilinçdışının
yalnızca gösterene götürecek “anlam” kaygısıyla değil “işlev”le bağlantılı
kavranışı bizi öznenin bir fabrikada olduğu gibi üretildiği organsız bedenin
merkezine götürür. Artaud organsız beden üzerinde Nietzscheci metastabl özneyi
gerçekleştirmiştir. Artaud için adı, soyadı ya da kim olduğu gibi sorular
değersizdir artık. O organsız beden üzerinde “tarihteki bütün isimler”e
sahiptir. Kadın-oluşla girilen oluşlar coğrafyasında Artaud akımı
radikalleştirmiş ve algılanamaz-oluşa(becoming-impercetible)ulaşmıştır. Artaud
bir özel isimle ayırt edilemez artık. Artaud organsız beden üzerinde bazen
annesi bazen babası bazen Dreyfus bazense Cengiz han olabilir. Şizonun oluşu
sorgulanmamalıdır. O her zaman oluşta Deleuze’ün ifadesiyle “aralıkta ya da
içindedir” çünkü oluş bitimsiz bir süreçtir. Şizo hem herkes hem de hiç kimse
olmayı başaran evrensel üretici modelidir. Ve Artaud bu modeli yansıtmaktadır.
***
"Ben
Antonin Artaud, oğlumum, babamım, annemim ve kendimim." A.A.
***
Edebi
sözden bahsettiğimizde söylemin dilin içinde yaratmak istediği yapay sonluluğa
karşıt bir biçimde ondan kaçan bir şeyden bahsederiz. Dil göndergeselliğiyle
sonsuzdur. Söylemin yaratmak istediği sonluluğa karşı edebiyat dilin bütün
mevcudiyetiyle belirmesini sağlar. Belki de Mallarme’ın parole brute(ham-kaba dil) ile parole
essentielle(özsel dil) arasına koyduğu ayrıma gitmek faydalı olacaktır.
Dilin araçsal kullanılışına tanık olduğumuz söylemsel oluşumlar ya da gündelik
hayatta dil kendinde bir varoluşa sahip olamaz. Bu dilin temsili kullanımı
olması anlamında parole brutedur.
Ancak edebiyatta dil kendinden başka bir şey aktarmaz. Dilin suskun kalıp nesne
ve olguların temsil edildiği parole brute’a
karşı parole essentielle’de dil
olarak dil konuşur. Dilde yalnızca dilin konuştuğu dilin bütün mevcudiyetiyle
belirdiği deneyime kısmen edebiyatta bütünüyle ise şiirde
ulaşırız. Dilde varlığın dolaysızca konuşmasını sağlamaya çalışan parole brute’un temsil edici işlevini
“askıya alan” parole essentielle’in
ön koşulu öznesiz bir süreç olmasıdır. Öznenin dili ve şeyleri
araçsallaştırdığı(ve aslında kendisinin araçsallaştığı) kullanımlara karşı
özellikle şiirde özne dilin içinde kaybolmaktadır. Bu belki de Blanchotcu
anlamda “sanat eserinin gayri şahsiliği”dir. Sanat onu önceleyen onu “icra
eden” bir özneyi kaldırmaz. Sanat ve dilin mevcudiyeti ancak ve ancak özne onun
içinde bir yokoluş sürecine girdiğinde ortaya çıkar. Blanchot bu durum için
görünen “ben”in ardındaki üçüncü tekil şahsı yani “o”yu bulmak diyordu. Çünkü
Deleuze’ün Edebiyat ve Yaşam’da ifade
ettiği gibi edebiyat “görünüşteki kişilerin altında, kesinlikle genellik
olmayan, tekilliğin en son noktası olan bir kişisizin gücü” keşfedildiğinde
başlamaktaydı. “Ben” deme erkinden vazgeçerek deneyimleyebileceğimiz bu yokoluş
süreci asla bir çöküş hareketini betimlemez. Öznenin yok oluş süreci Artaud’da
gördüğümüz gibi aynı zamanda bir atılımdır da.
Artaud’nun
önemi “ben” deme erkinden vazgeçilerek başlayacak bu atılımın psişesini açık
bir şekilde ortaya koymasıdır. Artaud “ben”in içimizdeki üçüncü tekil şahsın
yanında üretilen bir kalıntı olarak anlamını organsız bedeni keşfederek
göstermiştir. Konuşan özne ile hakkında konuşulan öznenin aynı şey olduğunu
Artaud dilsel deneyimde kendi özneliğinin parçalanıp dağıldığı uzam olarak
organsız beden üzerinde ispatlamıştır. “Ben”in ardındaki saklı güç olarak “o”
açıktır ki organsız bedendir. Söz konusu üçüncü tekil şahsın keşfi ve
deneyimlenmeye başlaması özneyi dağıtarak “algılanamaz-oluş”a kadar süreci
radikalleştirir. Algılanamaz oluş artık bir yüze sahip olmamak yani ifade
ettiğimiz gibi “herkes olurken hiç kimse olabilmek” anlamına gelir. Bu üçüncü
tekil şahsın keşfiyle birlikte yüzümüzü kaybederek aslında tüm yüz-oluşlara
açılır ve Ferlinghetti’nin ifadesiyle “dördüncü tekil şahıs” kipini
deneyimlenmeye başlarız. Bu anlamıyla içimizdeki üçüncü tekil şahıs olarak
organsız beden varılabilecek nihai etik-politik gücün ifadesidir.
***
“Gerçek
bir dil anlaşılmazdır. Dillerini ustalıkla kullananlar, sözcüklerin bir anlamı
olduğunu sananlar, domuzdurlar.”A.A.
***
Geriye
Antonin Artaud’nun bugün için bizim güncelliğimizde ne anlama gelebileceği
sorusu kalıyor. Artaud ve benzerlerinde (Beckett, Michaux, Roussel vb.)
rastladığımız yaşamsal deneyimden ayrılamaz dilsel deneyim bize “dışarı”nın
deneyimini vermektedir. Ve bu dışarı
düşüncemizin ve dilin bağlı bulunduğu toprakların sınırını
çıplaklaştırır. Artaud her ne kadar tam tersini söylese de sözün Deleuzecü anlamında
“dünyaya inanmaktadır”. İçkinlik düzlemindedir Artaud, bu bir başka dünyaya(ütopya)
inanmak değil bu dünyadaki diğer olanakları keşfetmektir.
***
“Yaşam
sözcüğünü söylediğimizde, olayların dışından tanınan bir yaşam değil,
kalıpların kendisine dokunamadığı dayanaksız ve kıpır kıpır bir tür yuva söz
konusudur.” A.A.
***
Artaud
organsız bedeni keşfederek saf yaşamın “kalıpların kendisine dokunamadığı”
tözünü keşfetmiştir. Hastalıklı çağımızda yaşamın tözü bağlı olduğumuz
topraklara göre “dışarı”da yer almakta ve
hala keşfedilmeyi beklemektedir.
***
"Belki
bir gün deliliğin ne olmuş olduğu açıkça bilinemeyecek... Artaud bizim
dilimizin topraklarına ait olacak, onun kopuşuna değil… Bugün sınırın, veya
tuhaflığın, veya dayanılamazın tarzında deneyimlediğimiz her şey, olumsallığın sükunetinde
yeniden bir araya gelecek.”(Michel Foucault)
Bu yazı Mosmodern'ın 5. sayısında yayınlanmıştır.