Ali
Akay’ın “Minör Politika” başlıklı
eseri 2015 sonunda Otonom Yayınları’nın edisyonuyla yeniden okurla buluştu.
Eser, Akay’ın Türkiye’deki sosyal bilim çevresi için yıllardır sürdürdüğü zihin
açıcı çalışmaların bir ifadesi olmakla birlikte düşüncenin örgütlendiği her
türden dogmatik-ağaçsı imgeyi dağıtacak rizomatik bir düşünce imgesi sunması
bakımından tekilleşiyor. Ulus Baker, Sanat
ve Arzu seminerlerinde bu yeni düşünce imgesini Empedokles’in Platoncu
ideale yönelttiği bir önermeyle açıklıyordu: “Felsefe yükselerek yapılmaz, yani
tepeden bakarak yapılmaz. Aksine yerin dibine geçmek de aynı değerdedir.” Bu
anlamda Akay’ın minör politikası da düşüncenin kendisinden hiçbir majöritenin
sömürgeleştiremeyeceği bir aşağılık-oluş yaratarak “yerin dibine geçerek”
düşünce üretmenin spesifik bir örneğini teşkil ediyor. Hakikate
ön-varsayımsal bir formda sahip olan kibirli dogmatik imgeye karşı düşüncenin
kendi rezil-oluş çizgisini göğüsleyen ve bunu verili olandan kaçış için
olumlayabilen cesur bir politika olarak minör politika; düşünceyi bir anlatının bütünsellik ve
sonluluk istencine değil, dallanıp budaklanacak bir çeşitlemeler zincirine yani
sonsuzcasına genişleyen bir haritacılık işlemine açıyor. Akay’ın kurduğu yeni
özgün bağlantılarla özellikle 70’li yıllarda Fransız felsefesiyle gündeme gelen
-kendinde politik olan- estetik eleştirinin rizomatik haritası daha da
genişliyor. Anti-kartezyenik bir öznellik modu olarak tekilliğin dışarıya
yönelik transversal açılışına benzer bir şekilde Akay, haritadaki bu
genişlemeyi başka düşünür ve sanatçılarla kurduğu transversal bağlantılarla
gerçekleştiriyor. Bu anlamıyla paradoksal bir sentez olarak Akay’ın minör
politikası bütünlük arz etmekten çok bağlantıları çoğaltmaya dayanan gerçek bir
“tekil düşünce” örneği. Akay eserde Clasters’den Sade’a Foucault’dan Masoch,
Malevitch ve Tarde’a kadar pek çok düşünüre Deleuzecü anlamda “arkadan
yaklaşıyor” ve onlarda olumsuzlayıcı güç vektörlerinin kolaylıkla ele
geçiremeyeceği bir nirengi noktası yaratıyor.
Batı metafiziğinin özdeşlik
mantığının bir çeşit totolojik tekrarında kendi üstüne kıvrıldığı uzun
yolculuğu boyunca fark, aynılığın bir bileşeni olarak salt karşıtlığa
indirgenmiş, muhtevasındaki dönüştürücü gücün kendi kuruculuğuyla belirlemesine
imkan tanımayan bir şemaya dahil edilmişti. Farkı, aynılık-ötekilik şemasına
dahil ederek onun “içsel olumlama”sını karşıtıyla “dışsal bir olumsuzlama”ya
indirgeyen bu bakış metafiziği kateden bir hat boyunca ikilikler şeklinde
kendine yer edinmişti. Bu bakış farkı, aynının olmadığı her şey olarak
kodlayarak baştan ötekiliğe indirgemiş ve özdeşliği tartışılmaz bir hakikat
olarak sunmuştu. Kendini olumlama olarak vuku bulan içsel farkın akımı çoğaltan
potansiyelini ikili karşıtlar arasındaki bir olumsuzlamaya (ruh-beden, özne-nesne,
iyi-kötü, varlık-hiçlik, tin-madde) dönüştüren bu düalist mantık politik olanı
da esir almaktan geri durmamıştır. Farkın, çokluluklar olarak muhtevasında
taşıdığı sonsuz olanaklar yelpazesini yani virtüelliği kendi eleğinden geçiren
bu bakış doxalardan ya da tüm kavrayışımızı kuşatan klişelerden bağımsız bir
düşünme olanağını ilga etmektedir. Şeyleri görme biçimimize geçirilmiş bu
filtre farklı edimselleşme tarzlarını kapsayan virtüelliğe geçirilmiş bir deli
gömleğinden farksızdır. Bedenin içinden geçerek edimselleşeceği yeğinliksel
bulutları ön-belirleyen bu mantık bedeni klişeye hapsederek doğrudan yaşamı
kuşatmaktadır. İşte bu anlamıyla Foucault’nun ünlü şiarında olduğu gibi “ruh (klişe
üzerinden filtrelenmiş virtüellik sahası) bedenin hapishanesidir”. Özdeşliğin
mantığı dahilinde tüm semiyotikleştirme biçimlerimiz ön-belirlenime tabi
tutulmuş bir çıkış ve varış noktasına uyarlanmaktadır. Tüm semiyotikleştirme
biçimlerimize sirayet etmiş ön-uzlaşmalar dizisi olarak doxalar ya da klişeler
bir gösteren diktatörlüğünü devreye sokarak semiyotiği semantik kayganlığı
yerle bir etmek için özdeşlik mantığı etrafında örgütlemiş ve üst-kodlamıştır. Felsefe
hakikat istenciyle güdülenen dogmatik bir düşünme tarzına, politika ise takım
elbiseyle icra edilen reel politik bir programlar dizisi olmak zorundadır. Örneğin
dogmatik bir analiz olarak psikanalizde fallus olarak kendine yer edinen bu doxa
(bu diktatör gösteren), politikada demokrasi söylemi olarak karşımıza çıkar. Öte
yandan kapitalizmde para üst-kodlamadan farklı şizofrenik bir kapma aygıtı
olarak işlese dahi özdeşliğin şemasını korumaktadır. Yani öteki bir deyişle
“paranın satın alamayacağı şey yoktur.”
"
"Money" : Yutaro Kubo
Herhangi
bir semiyotikle özdeşleşmesi imkansız olan ve kendini ancak farklılaştırarak yani
rezonanasa sokarak üretebilen semantiğin özsel kayganlığını klişeye özdeş kılan özdeşlik mantığı anlam üretimi sürecinin
şizofrenik seyrini paranoyak bir şiddetle üst-kodlamıştır. Deleuzecü anlamda ancak bir
yaratı olarak vuku bulabilecek düşüncenin bu yokluğu (klişeler çağı) aptallığın
hüküm sürdüğü bir yüzyıla işaret etmekte… Bugün aynılığın ötekisine
dönüştürülerek özdeşlik tarafından üst-kodlanmış farkı, içsel fark olarak
yeniden aktüelleştirmek aptallığı yıkacak ve yaşama etik-politik bir hat
sağlayacak hareketin başlangıcı olarak yorumlanabilir (“Deneyiniz ve
asla yorumlamayınız”[1]).
Geçtiğimiz yüzyılda Deleuze ve Guattari’nin aptallığa karşı ürettiği göçebe
savaş makinesinin aksamlarını yeniden hareketlendirmek değil farkın, ötekinin
dahi ötekiliğini elinden almaya niyetlenmiş politik doğrucu çokkültürcü jestler
düşünüldüğünde bu yüzyıl için zaruri gözüküyor.
Bugün
fark olarak minörlüğün aktüelleştireceği bir çeşit kurucu antagonizmayı,
postpolitik bir konsensüs aldatmacasının içinde boğan her türden tikelci etikle
(liberal çok-kültürcülük) dolaysız bir şekilde siyasal olanın (yaşam) siyasete
müdahalesini ölümle engelleyip siyaseti apolitikleştiren güvenlikçi
politikaların (istisna hali) arasındaki “dışlayıcı ayrıştırıcı sentez”in farkına
varmamız gerekiyor. Ayrışmaları dışsal fark üzerinden ele alıp çoklulukları
kısır ikilikleri indirgeyen soyut makinenin dayattığı mevcut diyagramatik durum
Deleuze ve Guattari’nin Anti-Ödipus’ta ifade ettiği ayrıştıcı sentezilerin
gayri-meşru kullanımını devreye sokarak gölge oyunu bir karşıtlığın altında
özdeşliği egemen kılar. Kapsayıcı ayrıştırıcı sentezlerin farkı içsel farkta
olumlayan bir ilkeye bağlı olarak akımı çoğaltan “ve” bağlacıyla ifade
bulmasına karşı ayrıştırıcı sentezin dışlayıcı kullanımı “ya- ya da” mantığını
devreye sokar. Ayrıştırıcı sentezin gayrimeşru yani dışlayıcı kullanımı ilişkileri
ilk bakışta “ilişkisizlik” olarak kolaylıkla tespit edilen ikiliklerin; bir
kıskaç gibi tüm çoklulukları kapsamak üzere Deleuze’ün ifade etmeyi sevdiği
gibi “ya… ya da” mantığı uyarınca örgütlendiği bir ilişkiyi ifade eder. Bugün
bize kader olarak sunulan tercih de “fark”ı “ya” postpolitik bir konsensüsün içinde
aynı olanın bağlılaşığı (correlative)
olarak zararsız kılmak “ya da” bir istisna halinin içinde mutlak ötekiliğe
dönüştürmektir. Yani “ya” ılımlılık perdesi ardında
hiçbir yeniliğin doğmadığı çölsü bir dünyayı (postpolitika) “ya da” yaşama
hızlı ve çabuk bir ölümden başka kader bırakmayan cehennemi bir dünyayı (istisna
hali) tercih etmek zorunda bırakılıyoruz. Bu çıkış ve varış noktalarını
ön-belirleyen “çifte bağlanma”nın cenderesini kırmak minörü, majörün
bağlılaşığı olarak özdeşlik içinden değil, majörü içten dinamitleyecek bir güç
vektörü olarak “içsel fark”ın el eriminde okumayı gerektiriyor.
Majörün
bağlılaşığı olmayan kurucu bir fark olarak minörlük düşüncesi tümel ve tikelin
kısır tartışmasını ”tekillik” kavramının virtüel muhtevası olarak çoklulukla (multiplicity)
aşıyor. Öte yandan bir başka “çifte bağlanma” olarak mutlak ve rölatifin kısır
tartışmasını da kıran minörlük; Nietzscheci bir perspektivizm ile Spinozacı bir
“duygu” (affect) arayışının buluştuğu
noktada karşımıza çıkıyor. Bu anlamıyla minörlük Deleuze’ün Müzakereler’deki tabiriyle
“büyük Nietzsche-Spinoza özdeşliği”nin bir ifadesidir. Deleuze ve Guattari’nin çalışmalarında
hissedilen Nietzsche ve Spinoza arasındaki bu karşılaşma her türden aşkın
olumsuzlama biçimine karşı varlığın kendini sürdürme güdüsü olarak Spinozacı conatus’un Nietzscheci güç istencindeki
bir artışla ifade edilebilirliğinden ileri gelmekteydi. Her türden aşkın-olumsuzlayıcı
ahlaka karşı değerlerin yeniden değerlendirilmesi olarak içkinliğin el
erimindeki olumlama etiği, conatus için yeni bir olanaklar yelpazesine açılmayı
ifade ediyordu. Bu yeni düşünce imgesi, saf yaşam olarak içkinliğin,
çokluluklar mantığı uyarınca örgütleniyor ve nihayetinde olumsuzlamaya varacak
bir aşkın plan üzerinden düşünmüyordu.
Kurucu
bir fark olarak minörlük kolaylıkla patolojikleştirilerek majöre bağlanabilen
bir marjda ya da anormallikte değil; soyut makinenin diyagramatik
özellikleriyle bir form dayattığı toposu
yersizyurtsuzlaştıran kurucu bir anomalide (kaçış çizgisi) bulunabilir.
Patolojiye indirgenemez fark olarak beliren minörlüğün bu hareketi tikeli ve
tümeli aşan “tekilliğin” hareketinden başkası değildir. Akay, bağrında bu
dünyadaki diğer olanakları saklayan bir imkan olarak tekilliği eser boyunca
sıkı bir tartışmaya tabi tutuyor. Bir kaçış çizgisi yaratmanın zaruretinden
yani etik bir sorumluluktan hareketle toplumun ailenin ve normların “altına girip” estetik bir duyarlılıkla
yaratacağımız “minör ayrıcalık”larından bahseden Akay için tıpkı Foucault’nun
kendilik kaygısı etiğinde olduğu gibi bu çaba bir sanat pratiği olarak karşımıza
çıkıyor. Kendimizi her türden devlet biçimli bireyselleşme tarzından kurtarmak
yani şimdinin eleştirel bir ontolojisi icra edebilmek kendiliğin (soi)) ben (je)
ile sözde özdeşliğini parçalayacağı deneyim olarak tekilliğin keşfinden
geçiyor. Bu anlamıyla Kant’ta kendilikten hareketle evrensele giden bir çizgide
bulunan aydınlanma düşüncesinin Foucault’da evrensel olarak sunulandan bir
kendilik pratiği yaratarak kaçan öznede yakalanabileceğini vurgu yapıyor Akay...
Aslında şimdinin Foucaultcu bir ontolojisinin kurucu bir anomali olarak
tanımlayabileceğimiz kaçış çizgilerinden geçtiğine gönderme yapan Akay,
Foucault’daki Deleuze’ü ya da Deleuze’deki Foucault’yu keşfediyor. Hristiyan
pastoralliğinden günümüz iktidar dispozitiflerine kadar norm olarak dayatılan
“kendini bilmek” edimine (kartezyenik öznenin kurulumu) karşı sapkın olarak
sınıflandırılan “kendine özen gösterme” pratiği yalnızca Deleuzecü bir oluş (tekilliğin
keşfi) olarak imkan kazanabiliyor. Bu açıdan Akay, Foucaultcu anlamda bir
şimdinin ontolojisinin ancak ve ancak ereksel olmayan bir oluş ilişkisinde,
verili kimliklerden kaçan körlemesine bir harekette icra edilebileceğini ifade
ediyor.
Eser
boyunca sınırın ya da yasanın tersinden onaylanması anlamına gelmeyecek yani
ihlali aşacak bir sınır-aşımının imkanını arayan Akay, iktidar ve direniş
arasındaki simetriyi asimetrikleştirecek edimi “özne olmak”tan değil, “olay
olarak vuku bulmak”tan geçen bir oluş çizgisinde buluyor. Öznenin muhtemel
olaysallığında saklı olan çoklulukların tek kişi olurken bile bir kabile olabilmemizi
bir kaleydoskop gibi çeşitlenmemizi sağlayan potansiyeli bizi minörlüğün
politik imkanlarına götürüyor. Öznenin kendine özdeşliğini kırdığı, bedenin
majör temsilini un ufak ederek moleküllerini rezonansa soktuğu oluş ilişkisinde
peydahlanan minörlük bir kişi olurken dahi herkes olabilmekten geçen etik yolun
keşfini bize imge olarak veriyor. Bu anlamıyla Deleuze ve Guattari’nin “majörite hiç kimsedir, minörite herkestir”
şiarına vurgu yapan eser, kartezyenik öznellik modlarının aslında gerçek bir
evrenselliğe en uzak biçim olduğunu; mutlaklaşarak majörleşmeyecek, sürekli
bozulup yeniden kurulacak karar-verilemez (indécidable)
bir ortaklığın yalnızca minör-oluşlarda keşfedilebileceğini gösteriyor. Leibniz’den
devraldığımız mikro-sonsuz mantığı uyarınca minörlüğün kendi içinde bile sonsuz
minor-oluşlara açılabileceği fikri eser boyunca minör-oluşların tezahürü olan
tekillikleri yeni bir siyasal ilişkiselliğin merkezine yerleştiriyor.
Tekillikler ortaklıkları olmayanların (farkların) ortaklığını inşa edecek etik
ilişkinin (oluş sürecinin) aktörleri olarak karşımıza çıkarıyor.
"Beyaz Üstüne Beyaz": Kazimir Malevitch
Akay
bedeni virtüelliğin sonsuzluğuyla ya da birey-öncesi tekilliklerin çokluluğuyla
ilişkiye açık tutacak imkanı ise sanatta buluyor. Bu anlamıyla minör politika
etik, estetik ve siyaset gibi alanların arasında kurulan transversal
bağlantılarla zenginleşen bir eser. Akay’ın eserde radikal politikaya sunduğu
en özgün katkı ise içkinliğin canlı emekten değil, tembellikten geçtiğine
yönelik argümanları belkide… Malevitch’in beyaz üzerine beyaz tuvalinde saklı
olan süprematist tembellik bedenin majör bir benlik yanılsamasına karşı kendini
virtüelliğin sonsuz imkanlarına nasıl açık tutacağının yani minör-oluşları
nasıl yakalayacağının güçlü bir imgesini veriyor. Akay şu sarih ifadeleri kullanarak
kastedileni özetliyor.
“Ne zaman ki bunun (tuval) üzerine biz bir
şeyler çiziyoruz, bireyselleşmeler başlıyor ve bireyler beyaz duvarın
şekillenmesi... O zaman üzerindeki şekiller arasında farklar başlıyor. Bu
şekilleri çizmeden evvel de aslında –tahtadaki farklı renklerde olduğu gibi-
bireyselleşme öncesi gibi, farklar potansiyel olarak duruyordu.”
Tuvalin üstündeki her bir şeklin
görece dışsal fark olarak ayrışıklığı yerine farkın içsel fark olarak virtüel
potansiyelini koruduğu Malevitch’in beyaz üzerine beyaz çalışmasının özgünlüğü
etik ilişkinin ham maddesi olan birey-öncesi tekillikleri oluşa açık
tutmasıdır. Minör politika, dışsal fark olarak ele alındığında ortaklıkları
olmayan farkları etik bir kaygıyla bozup içsel farka yaklaştırarak rezonansa
sokması ve böylece “ortaklıkları olmayanların ortaklığı”nı oluş ilişkisi
dahilinde yaratmasıyla tuvaldeki verili kıvrımları değiştirme kaygısı taşımayan
kimlik, sınıf vs. politikalarından ayrılır. Verili olanın sözde ilişkiselliğini
özneler-arasılık gibi kof kavramlarla muhafaza eden, rezonanstan ölesiye korkan
reel politik alana karşı minör politika verili olarak kabul ettiğimiz kasılmış
bedenler olarak kimlikleri rezonansa sokarak oluşun ikili kapma olarak işlevini
asimetrik bir yersizyurtsuzlaşma deneyimi olarak politik alana dahil eder.
Virtüelle edimselin ilişkisini koparan reel politik alana karşın minör politika
göçebenin okunu bu ilişkinin yeniden tesisi amacıyla fırlatır ve toposta yersizyurtsuzlaşma katsayısı çok
yüksek bir hareket başlatır. Bu harekette etkilenen her bir vektör şimdiye dek
verili kabul ettiği konumunda bir hız kazanmaya, kımıldamayan göçebelik olarak
rezonansta özne-nesne gibi ayrımlardan kurtulup gerçek bir ilişkiselliği yani
bir çeşit aşkı örgütlemeye başlar. Bu anlamıyla minör politika yüceliğinden
kurtarılarak yeryüzüne indirilmiş aşkın aktüelleşmesidir. Politik olanı aşık
eder. Çarpar, yıkar ve yeniden yaratır. Bu aşk bir kaçış çizgisidir ve
herşeyden önce bir “sapık işlev” gerektirir. Soyut makinenin maddi
iktidar ilişkileri ve sözcelem toplanışları (assemblage) vasıtasıyla dayattığı diyagramatik bütünlüklerden
bağımsız bir ilişki örgütleme potansiyelini ifade eden bu hareket bir anomali
olarak sapığın hareketidir. Özneler arasılık gibi kavramlarla ifade edilen temsili
kör dövüşünün dayattığı steril sözde ilişkilere karşı bir sapığın her şeyden
önce kendi bedeninin bütünlüğünü parçalayan hareketi iktidarın devlet biçimli
bireyselleşme biçimlerini dayattığı bedenler ağında bir kısa devre yaratır. Bu
kısa devreden iktidar semiyotiklerinin basitçe “hastalık” olarak
patolojikleştirmeye niyetleneceği bir aşk akımı topluma yayılır. Sapık kendi
bedeninden başlayarak kaptığı-bulaştırdığı hastalıklarla (aşk) tüm bir
rizomatik sahayı kat eder ve verili semiyotiklerden özerkleşmiş minör bir yaşam
semiyotiğini iktidar ilişkilerini yersizyurtsuzlaştırmak üzere politik alana
davet eder. Bu yeni yaşam semiyotiği yaşamın bütün hareketini kapsayacak yeni
aşık-oluş biçimlerini aktüelleştirir. İşte bu anlamda bir sapıkla bir aşığı
ayırt etmek imkansızdır. Herkesi kendi sapık işlevini yaratmaya, kendi
algılanamaz-oluşunu icra etmeye, kendi hain-oluş çizgisini oluşturmaya davet
eden minör politika dolaysızca politik olan yaşamın reel politik alandaki
kaskatı temsilini parçalar. Minör politikanın bu daveti iktidar tarafından
hastalık olarak kataloglanmaya çalışılacak ancak bu kataloğa asla sığmayacak
bir sapık aşık-oluş biçimini rizomatik bir sahada herkese bulaştıracaktır. Bu
bulaşıcılığın doğrudan bedenlerde yaratacağı ucubeleşme süreci iktidarın steril
ilişkiler yumağını açacak ve aktüelleştirdiği moleküler devrimle onun
argümantasyon süreçlerini cevapsız bırakacaktır. Tıpkı Gezi’de olduğu gibi…
"Pain" Yutaro Kubo
Yaşamı
olduğumuz şeyi keşfetme meselesine indirgeyen her türden semiyotik köleleştirme
aygıtına karşı bilinçdışının şizofrenik kutbundan gelen göçebe ordusu olduğumuz
şeyi reddederek oluşturacağımız minor-oluş hatlarına ayrıcalık kazandırır
ve dolaysızca politik olan bedeni
devrimcileştirir. Tuvaldeki yeni çizgiselliği belirgin kılmaktan ziyade ressamın
tembelliğinde ortaya çıkan bir karar-verilemezlik bölgesine güvenen minör
politika muhtemel bir etik-politik güzergaha açıklık imkanı sağlayan kendi
üçüncü dünyamızı keşfetmemize dayalı bir dizi pratik sunuyor. Toplumsalın her
alanından sarkan iktidarın sinsi emir kipleriyle donanmış yüz-oluş biçimlerine
karşı kendi “yüz-süzlük” hattımızı kelimenin ikili anlamında keşfetmemizi ya da
aynılığa karşı kendi öteki-olmayış tarzımızı estetik bir yaratıcılıkla
yaratmamızı bekleyen minör politikanın belki de en temel stratejisi iktidar ve
direniş arasındaki simetriyi etik bir çabayla asimetrikleştirmesidir. Çünkü majör
ve minör arasında ya da öteki bir deyişle anarşi-şizofreni ile faşizm-paranoya
arasında bir simetri yoktur. Majörite ve minörite batı metafiziğinin artık
köhnemiş özdeşlik tasavvurunun bir icadı olan aynılık-ötekilik şemasına
oturtulamaz. Minör-oluş hattı farkın dışsal bir olumsuzlama işlemine tabi
tutularak karşıtlığa indirgendiği dispozitifler dizisinden bağımsız içsel
farkın olumlanmasına dair bir perspektifi gerektirir. İçsel fark olarak
minörlük aynılık-ötekilik şemasının inşa ettiği majöriteye karşı bir üçüncü yol
olarak kaçış çizgisini devreye sokar. Aynılık-ötekilik şemasını darmadağın eder.
Minörlük basitçe aynılığın ötekisi olarak azınlık "olmak"tan geçmez,
Onun için daha fazlası gereklidir. Birey bir kişiyken dahi majör olabilir.
Majör-insan sistematik bir tanınabilirlik kıstası olarak tanımlanabilecek
normal insanın standardize edilmiş yaşam semiyotikleriyle oluşturduğu bütünlüğün
içindedir. Foucault’nun deyimiyle o basit bir “kurgu”dur. Ancak minör-oluş bir kişi olurken dahi bir
kabile olabilmekten geçen yoldur. Minörlük bir kimlik saplantısı altında saklı
kalan birey-öncesi tekilliklerin içsel şizofrenisini yüzeye taşıyarak dünyanın
sakladığı sonsuz katmanlar arasında göçebeleşmek anlamında kimliksizleşme
sürecidir. Ve bu göçebelik devlet biçimli pürtüklü mekanda yeni bir olanaklar
yelpazesine açılan gerçek bir kaygan mekan oluşturarak, kimliklerin ikili
karşıtlığı üzerinden kurulan siyasal imgeyi paramparça eder. Özetle Türke karşı
Kürt "olmak" Burjuvaziye karşı proleter "olmak" ya da
Sünniye karşı alevi "olmak" minörlük demek değildir. Minör politika
içsel farkı aktüelleştirerek artık değil ötekiliğe, kendine dahi özdeş
olamamaktan geçen bir kaçış çizgisinde verili kimlikleri aşındıran bir
minör-oluş gerektirir. Ezilen bir kimliği savunmak devrimci-oluşun garantisini
getirmez. Verili kimliğin kendisi iktidarın icadıdır. Örneğin minör politikanın
perspektifinden baktığımızda mesele artık “Türk’e karşı Kürt-olmayış çizgisi”ni
–kaldı ki oluşun kendisi verili kimliği dağıtmak olarak aynı zamanda bir
“olmayış” çizgisini demektir- keşfetmek ve iktidarın farkı ötekiliğe indirgemek
şeklinde işleyen argümantasyon biçimlerini içsel çürüme nadasına bırakmaktır.
Herkesin
kişisel yahut kitlesel bir şekilde kendi algılanamaz-oluş çizgisini
keşfetmesiyle ilgili bir meseledir minörlük. Bu algılanamaz-oluş bazen gece
yarısı yakılan bir sigarayla kalabalıkların arasından sessizce geçmekte bazen
aşık olunan kimsenin gözlerinde kaybolmakla, bazen bir dostla atılan kahkahada
"kendini unutmak"la, karşılaşılan sanat eserinin toplanışına dahil
olmakta, başlı başına kendi yaşamını bir sanat yapıtına dönüştürmekle ya da bir
moleküler devrimin etkisiyle (Gezi) tekillikler arası bir etik ilişki olarak
dostluğu deneyimlemekle özetle oluş ilişkisinde verili kimliği unutmakla ve
yarını bugünden kuran yeni bir yaşam semiyotiğini devreye sokmakla alakalı
olduğu anlamına gelir. Minörlüğü romantik bir anti-entelektüel duygulanım
politikasıyla ötekiliğe indirgemek komünizmin politiğine bir hakarettir. Minör
politika verili güç dağılımını yersizyurtsuzlaştıracak bir kimliksizleşme
süreci olarak antagonizmayı bir kimlik makinesiyle ve kimliksizleşme süreci
arasında yeniden oluşturur. Bir ötekiliğin kendi yüzselliğiyle tüm toposu
üst-kodlayacağı ve böylece aynılığa dönüşeceği hareket despotun hareketidir.
Ötekiliğin romantize edilişi üzerinden kurulan politik imge majöritenin dahilinde
kalmaktadır. Ve majörite Deleuze ve Guattari için hiç kimse demektir...
Bu yazı PostDergi'de yayınlanmıştır.