5 Eylül 2017 Salı

Bir Bardak Doldur Mavi

Dünya kendinde eksik değildir. Ne anlamdan ne de arzudan... Ancak, ne anlam ne de arzu -ki ikisini ayırt etmek imkansızdır-  halihazırda mevcut da değildir. Onları keşfetmek, üretmek gerekir. Dünyamız, olumsuz olmayan bir yokluğun yassı yüzeyi, bir başlangıcın 0 derecesi, salt kutluluk anlamına gelecek sınırları aşan bir taşkınlığın olumlanma eşiğidir. O, kendi manzara-oluşunu bekleyen bir ufuk çizgisi, bir resme dönüşecek boş bir tuval, bir bedenselleşmenin ifadesine bürünecek et parçası ya da keşfedilecek bir coğrafyanın kıvrımlı haritasını bekleyen bir çöl gibidir. Bir çöl nasıl bir coğrafya dönüştürülür? Bir tuval nasıl doldurulur?  Bir beden nasıl oluşturulur? Tuvaldeki bir renk nasıl diğer renklerle potansiyel bir aradalığını yitirmeksizin kullanılır? Çöldeki bir patika nasıl öteki patikalarla muhtemel kesişmesini yitirmeden kat edilir? Bir et parçası nasıl öteki bedenlerle muhtemel etkin ilişkileri olumsuzlamayacak şekilde bedenselleşir? İşte oluş olarak varlığa dair sorular bunlardır. Bu çöl ya da bu boş tuval, Deleuze ve Guattari için Dünyanın nihai etik çekirdeği ve içkin tözü anlamına gelen “organsız beden”den başka bir şey değildir. Onu kelimelere dökmekten ziyade çekirdeğinde taşıdığı söylemselleştirilemez varoluşsallaşma tarzını dolaysızca ifade eden bir sanat eseriyle açıklamak daha sarih olacaktır.

            Kazimir Malevich’in “Beyaz Üstüne Beyaz Kare” çalışmasında sakladığı totolojik humour belki de organsız beden üzerine üretilmiş incelikli bir refleksiyonun yansıması olarak okunabilir. Tuvalin, ressamın elinde aktüelleşecek renkli formların karar-verilemez oluşuna açık kaldığı eser, yeğinliğin 0 derecesi olarak organsız bedenin çölünde açılacak sonsuz sayıda patikaya işaret eder. Bir tuval nasıl renklerin kayıt yüzeyi ise organsız beden de farklı bireyselleşmelere gönderen farklı duyguların kayıt yüzeyidir. Mastar halindeki potansiyel bir doğanın görme, duyumsama ve algılama biçimlerini bloklar halinde kaydeden bu yüzey, boş bir tuval gibidir. Kaydedilen duygulanımsal bloklar, bir ressamın elinden çıkarak tuvale çizilen yeni formlar, renkler ve kıvrımları andırır. Her bir renk ve kıvrım çölde kat edilen farklı bir patikadır. Bedende bütünüyle bir coğrafya saklıdır.  İşte organsız beden yavanlaşmadığı müddetçe, çölü bir coğrafyanın keşfiyle çeşitlendirecek sonsuz patikaların ve tuvaldeki farklı renk ve kıvrımların kapsandığı olumlayıcı bir bedenselleşmenin etkin gücünü teşkil eder. Organsız beden, göçebenin çöldeki yolculuğunun başlangıç noktasını ayırt ettiği bir step, yolu sonsuz yurtla kesişen bir yurttur. Göçebenin yolculuğu bu çölde pek çok kaçış çizgisinin tıkanmasıyla bir açmaza girebilir. Başta ebru sanatında olduğu gibi esnek ve geçirgen olan renk ayrımları ve kıvrımlar bir açmazla birbirlerinden konturlarla ayrılabilir. Yolculuk ve renkler çeşitlenmelerinin en zengin noktasında özdeşlik ekonomisi tarafından sefilleştirilebilir. İşte o takdirde göçebe yeniden çöle yani yeğinliğin 0 derecesine yeni bir başlangıç için inmelidir. Aksi takdirde tuvaldeki farklı kıvrımların birbiriyle olan çeşitlendirici ilişkisi dışlayıcı ayrımların ikamesine dönüşecek, çöldeki sonsuz sayıda patika bir patika için terk edilecektir. Bu durumda bir benlik anlatısının ardında konturlarıyla beliren molar biçimleniş “kimlik” olarak adledilecek ve organsız bedenin potansiyel farklılaşma sürecini ilga edecektir.


Kazimir Malevich, "Beyaz Üstüne Beyaz Kare"
Et, dışarı olarak mastar halindeki potansiyel bir doğanın yani dünyamızın içeri bükülüp bir kıvrım oluşturmasından başka bir şey değildir. Ette oluşan bu kıvrım sürekli farklılaşan yeğinlikli bir bedenselleşmeye işaret edecek şekilde sürekli eğilip bükülmekte ve dünyayı tekrar kucaklamak için yeniden açılmaktadır. Ancak dışarı olarak dünyayı içeri olarak sabit varsayılan bir bedene büken kimliksel oluşumlar, ette oluşan bu kıvrımın esnekliğini kaskatı konturlarla imkansızlaştırır. Duygular, renkler, manzara-oluşlar her birinin sabit bir öznelliği imlemeyen kendi bireylikleri vardır. Kendisi de dahil olmak üzere kimseye ait olmayan yüzlerdir bunlar. İşte tam da bu sebeple herkese ait kişisel olmayan bir dirimselliğin parçalarıdır. Ancak kimlikteki hastalık, herhangi bir duygunun, rengin ya da manzaranın bireyliğini bir mülkiyet gibi kabul etmesidir. Halbuki duygular ve tesirleri mülksüzdür. Yaşamın akışkan maddesini tıkayan kimlikleşme süreçlerine karşı duyguların kişisel bir yüze sahip olmayan tekil-evrensel olaysallığını aktüelleştirecek bir karşılaşmaya ihtiyaç vardır. Ancak verili kimliği dahilinde bu karşılaşmaların hakkını verme ve attığı zarı olumlama kabiliyetine sahip olamayan insan varoluşu için karşılaşmaların yarattığı olaysallığa eşitlenmek çoğu zaman mümkün değildir. Bu sebepten her karşılaşma bir acı kaynağına dönüşebilir. İşte bu durumda bedenden yeniden bir organsız beden yaratmak gerekir.

Organsız bedenin 0 derecesine yeniden inmek, Malevich’in “Beyaz Üstüne Beyaz Kare”de yakaladığı etik açıklığı yeniden tesis etmek için dünyamız sonsuz sayıda arayüze sahiptir. Bazen dünyadaki şansı olumlamayı yani zar atmayı bilenler için bir renk, bir manzara-oluş, bir aşk ya da bir rüzgarın kişisel olmayan bireyliğinde saklı duyguların tesiri dünyamızın mastar halindeki sonsuz doğasına yeniden açılmak için bir kapı olur. Burada bir rengin benim üzerimde bıraktığı tekil bir etkiden bahsetmek isterim. Yazmak adına uzun soluklu mütevazı bir çaba içinde bulunan biri için dilin kadifemsi yoğunluğunu sekteye uğrattığına inandığım birinci tekil şahıs, her zaman biraz utanç meselesi olmuştur benim için. Ancak Rimbaud, Artaud ya da Mallarme gibi dili bu iğrenç sözcüğü (ben) kullanmaksızın işlevselleştirecek bir ustalığı bir çeşit cahil cesaretiyle yaptığını düşünen üçüncü sınıf şair kibrine sahip değilim. Bu sebepten etik olanaksızlığa maske olan “Ben” adlı birinci özne çekimini biraz utanarak kullanıyor olsam da, “Ben deme iktidarı”nı askıya alan bir tarzda dili işlevselleştirmeye yetersiz kudretimizin bu durumu makul kılacağını inanmak istiyorum. Öte yandan bahse konu olan rengin tam da birinci tekil şahıs hapishanesine mahpus bedenimin etkin bir firarını tertipliyor olması utancımı dindiriyor. Maviye ait özel bir ışık rejimidir bu.

Dünyamızın yegane talihsizliği toprağın yerleşik güçlerine zemin hazırlayan yer çekimi kanunudur. Onsuz dünyanın mastar halindeki sonsuz doğasını daha dolaysız kavrayabilirdik. Büyük toplanışlar bedenimi kendi merkezlerine doğru çektiğinde mavi, firari bir düşüncenin gerçek imgesini verir bana. Düşünceyi toprakta değil de toprağı uçuşturan, onu yersizyurtsuzlaştıran rüzgarda ve başka bir dünyaya işaret etmeyen yalnızca dünyamızdaki öteki olanaklara imkan sağlayan gökyüzünde aramak gerekir. Gerçek kaçış çizgileri gökyüzünde asılı duracak örümcek ağları gibidir. Bedeni fiziki olarak uzaklaştırmaz. Beden hareketsizdir. Ancak bedende kaynayan sınırları aşan bir taşkınlık, altında duran toprağı yersizyurtsuzlaştıran bir ağ örmeye ve kendi merkezine merkezkaç uygulayan paradoksal bir topos yaratmaya başlar. Bu topos, çöl kumları ve rüzgarın birlikteliğinden doğan uçuşan çöl kumlarının rezonansıdır. Mavi, dünyaya inancımı yitirdiğim yerde yeniden oluşa açılmamı sağlayan arayüz olur. Çünkü gökyüzüne bakmak kafidir. Orada bulunacak şey sanılanın aksine umut değil, yılmayan bir eylemdir. İşte o zaman gökyüzüne bakmak hızla organsız bedenin 0 derecesine inmeye ve yeniden başlamaya etken olur. Mavide gördüğüm her seferinde yeniden kurmaya olanak veren  taşkınlık, organsız bedenin çölünde bir vaha açmama, bedenlerin tekilliğini ortaya çıkarak bir dostluk kurmama olanak tanır. Çünkü et yalnızca kabına sığmayan bir taşkınlığa yurt olduğunda gerçekten bir beden olur. Mavinin manzara-oluşu bedenimin bütün yüzeyi boyunca derime dünyayı yeniden zerk eder. O, çölümdeki başlangıç noktamı hatırlatan bir step ya da çölümde sürekli yersizyurtsuzlaşan bir kabilenin nihai totemi gibidir. 

Tanın kızıllığında olduğu gibi gün batımlarında da en yoğun, puslu ve soluk tonuyla odama dolar mavi. Onun sabit bir öznelliği taşımayan manzara-oluşundaki saklı bireyliğe dalarım o zaman. Hiçbir duyguyu mülk edinmeden süzülürüm keskin pusunda onun. Önce biraz melankoli ardından gelen doymak nedir bilmez bir yaratma arzusu... İşte o zaman bedenim dünya olur. Mavinin metruk uzamında doğanın mastar halindeki sonsuzluğuna açık kalabildiğim bir anlak sonsuz mutluluk. Malevich-oluşum... Dünyanın maviye bulandığı anda bedenimi de maviye boyayarak kamufle-oluşum... Varlığa yönelmiş kocaman bir “Evet”! Ölümü ve yaşamı bir arada hissedebildiğim benliğimin öldüğü ve böylelikle bedenimin canlandığı özel bir an. Ölmek yerine yok olmayı öğrenme ihtimalim...

Mavinin ışık rejimine dahil olmak dünyayla kopmuş bağlantımı yeniden tesis etmek için bedenimde farklı bir uyarı-yanıt bileşenini harekete geçirir. Bedenim esner ve bir kıvrım oluşturmak üzere eğilir. Dışarı olarak dünya içeri olarak bedenin sınırlarını ilga eder; bedenim dışarının esnek bir kıvrımına dönüşür ve bir dünya olur. Mavinin ışık rejimi görme-duyumsama-algılama biçimlerime tekil bir güzergah sunar. O bedenimin arayüzüdür. Bu ışık rejimi, denizin ve gökyüzünün boşuna mavi olmadığını fısıldar kulağıma... Mavi düşüncenin dogmatik olmayan bir imgesine açılan kapıdır bedenim için.

Dünyanın katmanları arasındaki göçebe seyahat olarak şizofrenik süreç hiçbir zaman bir romans değildir. Düşüncenin imgesinde ideal olan hareket çoğu zaman gerçeklik düzeyindeki aktüelleşme sürecinde sekteye uğrar. Kaçış çizgileri tıkanır, sonu hınca varan melankoliler peydahlanır, devrimler çözülür ve hatta dostluklar, aşklar biter. Ancak asıl önemli olan tam da kederin peydahlandığı yerde oldukça kolay olan bir şekilde katatoniye düşmemek ya da hınçla kapattığımız bir yeryurda sınırlar koymamaktır. Olayla baş etmek zordur. Ulus Baker’in hatırlattığı gibi “hiçbir zaman olayla eşitlenemiyoruz, diyordu Deleuze - hep ya çok erkeniz ya da çok geç kalıyoruz”. Ya çok erken ya çok geç... Olayın kaçınılmaz kaderi çoğu zaman onu taşıyan faillerin oyun bozanlığıyla bozulsa da gerçek upuygun karşılaşmayı yakalayana dek bedeni baştan bir organsız bedene dönüştürmek gerekir. Çünkü her devrimin kendi çocuklarını yemesi gibi her olay da maalesef kendi faillerini yer. Önemli olan organsız bedenin 0 derecesine yeniden inebilmemizi sağlayan bir unutuş ve bir arayüzdür. Mavi de bedenimin bulduğu tam olarak budur. Bütün sanat eserleri ve hatta bütün devrimler katmanlar arasındaki tutkulu yolculuğun sekteye uğramasından doğan bir melankolinin, acının ya da kederin yeni bir şizofrenik sürece atılım için pragmatize edilebilmesinden geçer. Çölde her daim yeni patikalar yaratılabilir. Göçebe bir patikanın açmaza dönüştüğü yerde bir öteki patikaya olan sürgününü olumlayabilen kimsedir. Deleuze ve Guattari’nin hatırlattığı gibi “arzu bir sürgündür”[1]. Çünkü her zaman için verili yeryurtlar arasındaki dönüşümsel bir ilişkiyi öngörür. Sürgün edildiğin yer bir terk edilişle çözülür, sürgüne gittiğin yer ziyaretinle dönüşür. Arzu verili ve keşfedilmeyi bekleyen toposlar arasında dönüşümsel bir ilişkiyi öngörür. Tıkanmış bir kaçış çizgisinin acısı sürgündeki yolculuğumuzda karşılaşacağımız yeni dostların ve keşfedeceğimiz yeni kaçış çizgilerinin neşesine dönüşür. Göçebe sızlanmadan sürgüne gitmeyi bilen ve bu sürgününü yeni dostluklar için pragmatize etmeye kudreti yeten bir kimsedir.

Çöldeki göçebe “yaşlanmış”tır. Çünkü Michel Foucault’nun hatırlattığı gibi “yolculuk şeyleri gençleştirir ama insanın kendisiyle olan ilişkisini yaşlandırır”[2]. Yaşlanmak hiç de kötü değildir, yaş almak ise hiç değildir. Yolculuk yaşlandırır çünkü karşılaşılan her olayda beden eğer organsız bedenini kullanabiliyorsa biraz daha esnekleşir. Yaşlanmak kıvrımı pragmatize etmeyi öğrenmektir. Göçebe için çöl daima genç kalır; kendisi yolculukta kalıp yaşlandığı müddetçe... Franco “Bifo” Berardi’nin de belirttiği gibi Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin son kitabı “Felsefe Nedir?”de kesif ve biraz karanlık bir üslup farkı karşımıza çıkar. Arzu retoriği terk edilmiştir. Bu elbette arzu felsefenin bir reddiyesi anlamı taşımaz. Sanki Deleuze ve Guattari problematiklerini daha net bir şekilde sunmak istemektedir. Son bölümün başlığı bu farklılığın sarihliğidir: Kaosta Beyne...

Dünyadaki tüm akışlar olaya eşitlenemeyen insan öznelliği için bir çeşit oluşta işlenemeyecek denli hızlı, ağır ve hatta karşılaşmaların hakkını veremeyen bedenler için travmatiktir. Artık “yaşlanmış” olan Deleuze ve Guattari’nin anlatmak istediği başımıza gelen her türden olayın bize bir şekilde acı verdiği bu dünyada varoluşumuza bahşedilecek bir tutarlılık düzleminin gerekliliğidir. Oluşa girme yani ontolojik bir varlık gösterme kabiliyetini unutmuş insan varoluşu için kaosu bir kaoide dönüştürecek bir beyin. Bilinçdışının doğrudan Gerçeği üreten sabuklama vektörlerinde deliliğe, katatoniye ya da nevroza sürüklenmemizi engelleyecek yani sabuklamalarımızı yeni öznellik biçimlerine dönüştürebilecek bir çeşit “arzu kası”nın zorunluluğu...

“Tek istediğimiz, kendimizi kaostan korumak için bir parçacık düzen. Kendi kendisinden kurtulan bir düşünceden; kaçan, henüz tasarlanmışken yitip giden, unutmanın hanidir kemirdiği ya da bizim daha iyi bir şekilde kavrayamadığımız daha başkalarının içine itilmiş fikirlerden daha dehşet verici, daha ızdırap verici bir şey olamaz.”[3]

Kaosu, sabuklamalarımızı ve arzularımızı bir tutarlılık düzleminde işleyip yeni bir öznellik biçimine dönüştürecek dostluklar ve dünyaya yeniden inanmamızı sağlayacak arayüzler keşfetmek gerekir. Bu bazen bir renktir. Mavidir. Önemli olan varoluşun nörolojik tıkanma semptomları gösterdiği yerde Dünya ve insan arasında kopmuş bağlantıyı yeniden tesis edecek ve arzu akışlarıyla kozmik hareket arasında bir denge kuracak yeni olasılıklara dair bir ufuk yaratabilmektir. Dünyamızdaki akışlar çoğu zaman onları duygusal olarak işleyip bir tutarlılık düzlemine çekmemizi önleyecek denli hızlıdır. Bu süratlı akışların altında bedenler acı içinde kıvranır, paniğe kapılır ve atalet içinde edilginleşir. Şizoanalistin görevi –ki kendisinin bir kliniği, divanı ya da ücreti yoktur, o yalnızca dosttur- yaşamın böylesi tıkanmalar gösterdiği yerde başka olanakları gösterecek, nevrotik açmazın obsesif döngüsünde bir merkezkaç kuvveti oluşturacak ve kaçış çizgilerine doğru bağlantılar kuracak arayüzler yaratmaktır. Şizoanalistin gösterenleştirilebilir ifade bileşenlerine sahip bir yüzü yoktur. Müzisyendir, edebiyatçıdır, bazen bir balıkçıdır, aniden karşılaşılan bir evsiz ya da bir dosttur. Kim olduğu hiç fark etmez; altındaki toprağı yersizyurtsuzlaştırıp kendi otonom işleviyle metruk uzamlar açan  bu varoluş, dünyayla yeniden bağlantı kurulacak arayüzlerle bir olma işlevine sahiptir. Benim için mavi böylesi bir birlikteliği kurgulamak ihtimaliyle iletişime geçtiğim ideal bir arayüzdür.

Mavideki tekilliği keşfedenlerin söyleyecekleri sonsuz sayıda sayfayı doldurabilir. Ancak yalnızca gerçek bir şair mavinin yeğinliğini bir cümleye sığdırabilecek denli yoğunlaştırabilir. “Devlet ve şairleri iki kaşık gibi iç içe uyurlarken”[4] ansızın beliren ve Türk şiirindeki “sivil” uyanışların liberal tınısına kül suyu dökerek şiirimizde anarşik bir uyanış tertipleyen Ece Ayhan, “bir bardak doldur mavi” demiş. Devletlu bir hayat sürmek yerine gerçek bir minör-oluş hattını izleyerek Çanakkale’de bir sürgünü tercih etmiş ve bu sürgününü yeni karşılaşmalar için pragmatize edebilmiş bu kavramsal kişiliğin dizelerinde bir bildiği olsa gerek.

KURTULAMAYAN
Sen kader ağacı değilsin – nedeni bu
Tutkularına bırak kendini
Bir soluk var yaşıyor uzak uzak
Bu daha ölmemişsin demektir

Önce bitir bu şarkıyı
Bir bardak doldur mavi
-hiçbiri açmıyor mu seni-
Ve git bu gelmediğin yere
Kurtulamayan – nedeni bu[5]

Bu yazı K24'ün "Mavi" dosya konusu için kaleme alınmış ve K24 tarafından yayınlanmıştır.




[1] G. Deleuze ve F. Guattari, Anti Ödipus, çev., Fahrettin Ege (Ankara: BS Yayınları, 2014), s. 542.
[2] M. Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev., Hülya Uğur Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012), s. 123.
[3] G. Deleuze ve F. Guattari, Felsefe Nedir?, çev., Turhan Ilgaz (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013), s. 189
[4] Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’lar!, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012), s. 158.
[5] Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’lar!, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012), s. 22.

18 Mart 2017 Cumartesi

Cinselliğin Devlet-Biçimli Temsili: Cinsiyet

Hindistan ve Almanya gibi ülkeler LGBTİ bireylerin cinsel yönelimlerini üçüncü cinsiyet olarak resmen tanıdı. Radikal queer politika açısından bu tanınmanın bir zaferi mi yoksa zafer görünümlü bir başka açık hava hapishanesini mi imlediği tartışma konusu. Konuyu toplumsal cinsiyeti de kapsayan bir radikal politik imgelem bağlamında inceleyeceğimiz metinde. Deleuze ve Guattarici bir queer politikanın mümkünlüğü açısında üçüncü cinsiyet kabulünü tartışmaya açacağız.

            Cinsiyet farklılığı üzerine üretilmeyi bekleyen queer bir refleksiyon, düşüncemizi bizden önce düşünülmüş olanın ön-düzenlemesine tabi tutan kanaatlerin farklılığı algılama biçimden bağımsız, olumlayıcı bir perspektiften tekrar ele alınmak üzere güncelliğini koruyor. Farkı, her zaman bir dışsal ilişki uzamından ötekine görece fark olarak düşünerek bir karşıtlığa indirgeyen verili düşünce kalıplarımız, özdeşlik üstüne kurulu bir şema dahilinde farkı karşıtının olumsuzu olarak kurgulamaktadır. Farkı, Aynılık-Ötekilik şemasına yerleştiren her perspektif, farkta saklı akımları çoğaltan içsel olumlamayı bir Ötekilik olarak Aynıya yönelmiş dışsal bir olumsuzlamaya indirgemiş ve farkı özdeşlik mantığının zapturaptı altına almıştır. Bu şemada fark, en baştan Aynının olmadığı her şey (Ötekilik) olarak kodlanarak özdeşliğin bir parçasına indirgenmiştir. Farkı, kendinde fark olarak kendine dahi özdeş olamayan bir sürekli farklanma şeklinde değil, bir görece fark olarak kurgulayarak onu olumsuza indirgemek sanki kanaatlerimizi teşkil eden temel unsurdur. Ve kanaatlerin olduğu yerde düşüncenin henüz filizlenmemiş olduğunu hatırlatmak gerekir. Halbuki farkı bir dışsallık içinden değil, bir içsel fark olarak dönüşümsel potansiyeli yüksek bir kendine özdeş olamama hali şeklinde kavramak gerekir. Bu sorun politik olanı ele geçirmiş, bütün radikal politik mücadeleyi bir olumsuzlama meselesine dönüştürmüştür. Ancak yapılması gereken iktidarın verili politik doğurgularının mücadeleyi ikilikler arasındaki bir çıkmaz olarak kurgulayan yapısında bir kırılma yaratmak, Deleuze ve Guattari’nin hatırlattığı şekilde içsel farkın aktüelleştiği kaçış çizgileri çekebilmektir. Kaçış çizgileri üreten bir politik mücadele imgesi, özdeşlik mantığının politik mücadeleyi bir kısır döngüye yani ezilen bir kimliğin ezen bir kimliğe karşı kendi özdeşliğini kabul ettirebilme meselesine indirgediği yerde farklı mümkün olabilirlik sahaları açarak özdeşlik mantığı tarafından ön-düzenlemeye tabi tutulmamış gerçek politik antagonizmalar yaratmaktır. Çünkü antagonizma Aynı ile Öteki arasında değildir. Antagonizma, özdeşlik mantığının biçimlendirdiği siyasal ilişkisellik biçimleriyle içsel fark olarak aktüelleşip verili olanı dağıtan, kurucu siyasal güçler arasındadır.



                                                                                            Facial Weaponization Suite - Zach Blas


            Burada Deleuze ve Guattari’nin molar-moleküler ayrımına başvurmak kastedilen için açıklayıcı olacaktır. Molarlık, standardize edilmiş kiplikler olarak normların sistematik bir tanınabilirlik kıstası oluşturarak yaşamın formsuz maddesini biçimlendirdiği yani bedene kimlikler dayattığı bütünlüklerdir. Yaşamın formsuz maddesi olarak beden aslında cinsiyetsizdir, toplumsalın molar düzenlemeleri ona bir kadın ya da erkek olarak cinsiyet tahsis eder. Sözde bir cinsiyetin özdeşliği üzerinden deneyimin farklı veçhelerine çekilmiş bu molar sınırlandırma, özdeşlik mantığının politik olana yansımasından başka bir şey değildir. Aynılık-ötekilik şemasının ifade ettiği ilişkisellik, molar bir diyagramın ördüğü ağ içinde kimliklerin kısır bir çatışmasını örgütlemektedir. Kısırdır çünkü “ikili-tekanlamlılık” diyebileceğimiz bir işgüzarlık ilişkiselliğin doğasını baştan belirlemiştir. Kadın, Erkek standardının çizdiği kıstasın yanı sıra görece vardır. Simgesel düzen içinde kadın-erkek arasındaki ikilik, gösteren diktatörü olarak Fallusun tekanlamlı yapılandırıcı işlemine tabidir. Yani ilişki ikili görünürmekte ancak daha derinlerde Fallus-merkezli tekanlamlılığını korumaktadır. Bu tekanlamlılığı üreten cinselliğin antropomorfik temsilidir.

“Antropomorfık temsil olarak adlandırdığımız şey, hem iki cinsiyet olduğuna dair fikir, hem de sadece bir tane olduğuna dair fikirdir. Freudculuğun bu tuhaf fikirle nasıl sızdığı bilinir, bu fikir, eksiklik olarak tarif edilen kadınla ilişkili olarak, namevcudiyet olarak kadın cinsiyetiyle ilişkili olarak, nihayetinde yalnızca bir cinsiyet, erkek bulunduğuna dairdir.”[1]
Bu antropomorfik temsilin sabitleştirdiği çelişki içinde kalındığı müddetçe her politik girişim, tüm gösteren zincirlerini üst-kodlayan fallusun erkek kimliğiyle yeniden ya da kadın kimliğiyle tersinden onaylamasına varacak ve toplumsal cinsiyetin ataerkil doğası kendini bu ilişkide yeniden ve yeniden üretecektir. Bu noktada molekülerlik, sabit kimliklerin altında saklı kalmış çokluklar şeklinde yaşamın herhangi bir kimliğe oturtulamaz akışkanlığı olarak karşımıza çıkar. Moleküler akışları yakalamış bir beden, kendine tahsis edilen kimliklerin veya cinsiyetin deneyimi kısırlaştıran duvarlarını kıracaktır. Özetle mesele toplumsal cinsiyet olduğunda antagonizma erkek ve kadın arasında değil, cinselliği bu tarz antropomorfik temsillerle özdeşleştiren ve iktidar ilişkilerini verili tahakkümleşmiş tarz içinde donduran molar biçimlenişlerle, cinselliğin antropomorfik olmayan tarzlarını keşfetmiş, cinsiyetlerin sınırları tarafından asla temellük edilemez olan moleküler cinsellik pratiklerinin çoğulluğu arasındadır. Bu anlamda radikal queer politika, cinsellik üzerindeki iktidarın antropomorfik temsilinden kaçan bir kaçış çizgisinin ifadesi olarak karşımıza çıkar. Queer, Deleuze ve Guattari’den alınmış bir perspektifle ele alındığında yalnızca eşcinsellik gibi bir başka kimliksel kabule indirgenemeyecek, içsel farkı aktüelleştirmiş “n” tane, sonsuz cinsiyetin keşfine yönelik bir moleküler cinsel-oluş politikasıdır. Molar cinsel temsil, cinsellik pratiklerindeki çoksesli ifade biçimlerini ve libidinal yüklenmedeki çoğalmaların potansiyel gücünü bir kimlik yanılsamasıyla yok etmek için anatomo-politik etkiler, fallus merkezci yaşam semiyotikleri üretmektedir. Moleküler bir queer politika, cinselliği arzuların mikropolitik üretkenliğiyle ilişkilendirecek ve sabitlik üzerinden kurulu imgenin katılaştırdığı yaşamın akışkan maddesini metastabl bir ivmelenmeyle molar biçimlenişi yarmak üzere harekete geçirecektir. Mesele cinselliğin molar temsile göre asimetrik bir fark oluşturduğu pratiklerin keşfi, cinsellik üzerindeki iktidar olarak cinsiyet dispozitiflerini dağıtacak kimliksiz cinsel-oluşların üretilmesidir. Cinselliğin, cinsiyet kabulleriyle disipliner bir yaşam semiyotiğine indirgendiği yerde queer politika, yaşamsal kuvvetlerin herhangi bir kategoriye indirgenemez ucube cinselliğinde saklı olan bir transseksüel estetiğiyle sonsuz cinsiyetleri üretecek ve bu sonsuz cinsiyetleri karnavalesk bir cinsel devrimin güçleri olarak kullanacaktır.

“Her yerde mikroskopik bir transseksüellik vardır ki, kadınların erkekler kadar erkek içermesini ve erkeklerin birçok kadın içermesini, cinsiyetlerin istatistiksel düzenini altüst eden üretim ilişkilerine birinin diğeriyle, diğerinin biriyle dahil olmasını sağlamaktadır. sevişmek ne sadece bir, ne de sadece iki olmaktır, ama yüz bin olmaktır.”[2]
Cinsellik pratiklerinin devlet-biçimli olmayan formlarını yakalamak, kimlik dışı, estetik eyleyiş biçimleriyle cinselliğin arzuları tek biçimli bir forma soktuğu değil, arzu akımlarını çoğalttığı biçimleri keşfetmek gerekmektedir. Deleuze ve Guattari için “erkek olmanın utancıyla” girilen bir kadın-oluş vardır. Kadın burada yalnızca üst standart olarak erkeğin alt standardı olduğu için vardır. Kadın-oluş asla bir kimlik romantizmi değildir. Çünkü önemli olan kadınların da kendi kadın-oluş çizgilerini keşfetmesidir. Fallus’un ikili tek-anlamlı işlevi düşünüldüğünde kadınların da henüz kadın olabildiği söylenemeyecektir. Bu kadın-oluş çizgisi cinselliğin antropomorfik temsilinin dışında insani-olmayan cinsiyetlerin keşfedileceği çizgidir. Mesele asla heteroseksüel “olmak” ya da homoseksüel “olmak” değildir. Heteroseksüellliği de, homoseksüelliği de devlet-biçimli olmayan cinsellik pratikleriyle icra etmek, arzu akımlarının moleküler patlamalar yaratacağı farklı dostluk mikropolitikalarını yani “oluş”ları yeni ortaklıklar inşa edebilmesi için pragmatize edebilmektir. Bu insani olmayan cinsiyetler, Devlet-biçimli döngüler içine hapsedilmiş arzunun bir kaçış çizgisiyle döngüsünü kırarak özgürleştiği her yerde her zaman hazırdır. Çünkü Devlet-biçimli cinsellik pratiklerinin oluşturduğu cinsiyet temsilinin kabuklu biçimlenişi içinde erotizmin akımı çoğaltan, soğurulamaz yeğinlikli malzemesi hala hazırdır. “Her zaman, biraz Proust’ta olduğu gibi, entegre olmuş sekslerin altında moleküler bir cinsellik fokurdar ve kaynar.”[3]

            Bir radikal queer politika, cinselliğin yeğinlikli tecrübesini soğuran her türden düzenlemeye karşı kimliksiz-ucube bir cinselliğin yerliyurtlu cinsellik pratiklerini yersizyurtsuzlaştıracağı bir kaçış çizgisi yaratır. Toplumsalın bağrındaki tüm molar düzenlemeler, oluş halindeki bu moleküler cinselliği faşist-paranoyak vektörlerle bastırmaya çalışır. Ancak günümüzde kaçış çizgilerinin önünü tıkayan kapma aygıtları yönetimin çok daha sinsi biçimlerini keşfetmiştir. Çünkü bastırmanın nazaran düşünüldüğünde açık havada işleyen kimlik belgesi dispozitifleri çok daha işlevseldir. Özdeşlik yanılsaması LGBTİ militanları da bir arzu politikasından ayırıp molar politikanın küçük aktörlerine dönüştürmekte, moleküler cinsellik politikasını bir hak-hukuk mücadelesi şeklinde talep-çıkar siyasetine sıkıştırmaktadır. LGBTİ mücadelesinde ortaya çıkan cinsiyetlendirici dispozitifi dağıtma gücü yüksek devrimci potansiyel tam da bu şekilde soğurulmaktadır. Siyaset üzerindeki molar ön-düzenleme olarak reel politika, moleküler cinsellik pratiklerinin yaratacağı kültürel dönüşümü, bir hukuki tanınma işleminin temsili dünyasına indirger. Bugün LGBTİ bireylere verilen üçüncü cinsiyet hakkı da her ne kadar bir mücadelenin sonunda kazanılmış kazanım olarak gözükse dahi arzu politikasının muazzam devrimci potansiyelinin kazanılmış bir hak içinde soğurulmasını sağlamaktadır. İktidar antagonistik farkın tehlikesini bir ön-düzenleme stratejisi olarak reel politikanın her politikayı bir talep siyasetine indirgeyen kodlarıyla bertaraf etmektedir. İktidar, bir arzu politikasına “öyleyse ne istiyorsunuz?” sorusunu yönelterek onu kendi logos-merkezci dünyasına sıkıştırmak ister. Bu sorunun logosa daveti, her zaman için bir tanınma talebiyle karşılanacak ve arzu politikasının “herşeyi isteyen” potansiyeli böylelikle massedilecektir. Hatta daha da tehlikeli bir açıdan üçüncü cinsiyet kabulünün Devlet-biçimli bir homoseksüellik yaratacağı söylenebilir. Çünkü moleküler bir LGBTİ politikasının sonsuz cinsellik pratiğini bir cinsel devrimi aktüelleştirecek tarzda yatay ağlarla genişleteceği etik-politik hat, devlet biçimli bir kimlik belgesi ahlakına dönüştürülmüştür.

            “Herşeyi isteyen” bir queer politika için üçüncü cinsiyet hiçbir şeyi ifade etmeyecektir. Çünkü arzunun bastırılamaz akışkanlığında potansiyel olarak bekleyen sonsuz sayıda antropomorfik olmayan cinsiyet vardır. Her biri aktüelleşmeyi bekleyen bu cinsiyetleri, kategorilere dahil ederek sınıflandırmak arzunun sınırlarla uzlaşmaz gücünü sınırlandırmak isteyen bürokratların işidir. Tanınmayı talep ederek yatak odasına devleti çağırmaktansa cinselliğin verili biçimleri dışında sonsuz cinsiyeti aktüelleştirecek devrimci queer-oluş tarzlarını yaratmak direnişin görevidir. Devletin normal ya da anormal olarak kataloglandıramayacağı kadar çok cinsel anomali yaratılmalıdır. Çünkü sevişmek asla bir ya da iki olmak değildir. Sevişmek, Deleuze ve Guattari’nin hatırlattığı gibi “yüz bin olmaktır.”       




[1] Deleuze G., Guattari F., Anti-Ödipus, Bilim ve Sosyalizm Yay., Çev, Ege F., Ankara: 2014, s. 423.
[2] A.g.e. s. 425.
[3] Deleuze G., Foucault., Norgunk Yayıncılık., Çev. Yalım B., Koyuncu E., İstanbul: 2013,  s. 95.

10 Ocak 2017 Salı

Çağdaş Nedir?

Estetik rejimindeki kopuşları takip eden dikkatli bir göz avangardın terk edilmiş kıyılarından günümüze dek gelen bir çizgide özellikle 90’lı yıllarda nihai biçimine “çağdaş sanat” olarak ulaşan bu kopuşun ardında işleyen zaman felsefesinden, etiğe dek uzanan sorunsalları takip edebilir. Savaştığı kurumsal sanata nihayetinde yenik düşen ve Felix Guattari’nin ifadesiyle “estetik yaratıyı sapkınlaştıran sanat piyasası” tarafından temellük edilen avangarda karşın çağdaş sanattaki kurumsal olanın majörlüğünü içten dinamitleyen minör hatların kaderi henüz belirsizliğini koruyor olsa da imkanın oradalığı arzuyu kışkırtıyor.

Teorik Bakış’ın “Güncel Sanat” başlıklı 8. sayısı çağdaş sanatın eleştirel teoriyle transversal bir ilişkinin zenginliğinde buluştuğu karşılaşmanın kristalize yüzeyinden yükselen yazılarla okuru bekliyor. Sanatın şizo-affektif dünyasından gelen virtüelliğin zengin çağrısını politika, etik ve estetik gibi alanlar arasında ayırt edilemez bir farksızlık noktası yaratan yazılarla seslendiren dergi, okuru yaşam ve kavram arasındaki kopukluğu çağdaş sanatın yeni bir ilişkiselliği örgütleyen doğasıyla aşmaya davet ediyor. Geriye diyalektik gibi bir ilişkide beliren kısırlığı henüz aktüelleşmemiş imkanların çokluluğunda aşmamızı sağlayan paradoksların karar-verilemez oluşu kalıyor. Ve paradoksta saklı olan bu karar-verilemez oluş, soruları diyalektiğin yarattığı kısırlığın aksine zenginliğe açan biricik imkan olarak beliriyor.

Çağdaş Nedir? Et voila bu soru artık bayağılaşmış neden-sonuç ilişkilerinin kurduğu tüm bir lineer izleğin orta yerinde kaldırım taşlarının arasından fırlayan otlar misali zamanın safi an-arkhe-oluşu olarak kronolojik zaman anlatısında tekinsiz bir kesinti yaratıyor. Ulus-devletlerde somutlanan bir modernite fikriyle ona karşıt bir estetik modernizm fikrinin arasındaki kör dövüşünün oluşturduğu bir hakikat rejiminin ikili kıskacının çoktan kırıldığı yahut avangardın gerek tarihsel-politik gerekse sanatsal bağlamıyla tarihe karıştığı koşullarda bu sorunun Nietzscheci bir manevrayla L’intempestif (zamansız) fikrine yaklaştığı seziliyor. Nietzsche gibi bir “Çağ-dışının Gezintileri”nde nüvelerini yakalayabileceğimiz bu zamansız” fikri, yüzeyin altındaki bir derinlik yanılsamasının altını oyan ve böylelikle zamanın mevcut durağanlığında bir akışkanlık, ağırlığında bir kırılma yaratarak, yüzeyin bastırılışında saklı kalmış “Genius Loci”yi[1] anlık parlamalarla aktüelleştiren bir sapma olarak karşımıza çıkıyor. Alman Tarihselciliğinden gelen hastalıklı bir hatırlama ediminin yerine John Rajchmann’ın ifadesiyle zamana “bir nebze diriltici unutkanlık zerk eden” Nietzscheci “zamansız” nosyonu, izleğini Foucault’dan Deleuze’e Agamben’den Ranciere’e dek sürdürebileceğimiz bir kartografi arz ediyor.

Nude Descending a Staircase, No.2
-
Marcel Duchamp
Foucault’nun “l’actuel” (güncel) nosyonu Nietzsche’den gelen bu “zamansız” fikrinin barındırdığı kronolojik olmayan unsurun olumlanması olarak karşımıza çıkmaktaydı. Foucault’nun güncelliğin ontolojisi olarak  ifade ettiği bu imkan, zamanın tüm ağırlığıyla şeylere dayattığı formun bozulmaya başladığı körlemesine bir harekette beliren “zamansız”ın formun özdeşliğini farka açan plastik ilkesine ulaşıyordu. Şeylerin logos merkezci dağılımında toparlanamaz bir dağınıklık ya da neden-sonuç bağıntılarının kronolojik diziliminde tekinsiz bir kesinti oluşturan yani haritanın orta yerinde rizomatik bir çatlak yaratan zamansız Foucaultcu güncellik nosyonunu ereksel olmayan bir oluş hareketinin tehlikeli göçebeliğine ulaştırıyordu. Bize zamansız olarak beliren bu imkanlar silsilesi aslında Stoacı zaman felsefesinin sunduğu kavramsal haritanın upuygun deneyimi olarak karşımıza çıkıyor. Bu upuygunluk zamanın dolaysız kendindeliği olarak Aion’un Kronos üzerindeki önce-sonra ayrımını oluşturan kurucu darbesinin yani “olay”ın bize nasıl “zamansız” hissettirdiğini çıplaklaştırıyor sanki. Zamansız’ın haritanın ortasında rizomatik bir çatlak yaratarak belirdiği ortadan yakalandığımız assemblagelar olarak olaylar form ve formsuzluk arasındaki bir ahengi yakalayacağımız rezonansa giren çoklulukların nakaratını mümkün kılıyor. Bugün yaşamın dolaysız bir şekilde arz ettiği bu ivmelenmelerin yaşama aykırı güçler tarafından örselenmeye çalışıldığı yerde çağdaş ön ekli sanatın saf içkin yaşamın bu hareketine imkan sağlayan doğası dikkat çekici bir minör ayrıcalıklar dünyasını karşımıza çıkarıyor. Alıştığımız diyagram biçimlerinin dışında bir diyagramanın kristalize olmuş hali olarak sanat eserinin bize dayatılan kiplikleri Foucaultcu güncel nosyonuna yakın bir şekilde kıran doğası zamana zerk edilen diriltici unutkanlık olarak Nietzscheci zamansızın aktüelleşmesinden başka bir şey değildir.

Deleuze ve Guattari’den devraldığımız jeo-felsefi bir bakışla derinlik yanılsaması tarafından bastırılan genius loci’yi yüzeyin hakikatinde çıplaklaştıran çağdaş sanatın çağdaşlığı tam da Foucault ve Nietzsche gibi isimlerin nüvelerini sunduğu bu zamansızlığın güncellik kazandığı karşılaşmaların doğasına vurgu yapıyor. Ranciere’in güncellik nosyonundan Agamben’in çağdaş fikrine dek izler taşıyan bu zamansız unsur kronosun faşist-paranoyak bir tarzda özdeşlik etrafında üst-kodladığı formsuz maddeyi yeniden kendinden kaçıracak ve bu yeğinliği anarşi-şizofreni etrafında formsuzluğun virtüel deryasına götürecektir. İşte bugün sanat tam da böylesi bir yersizyurtsuzlaşma hareketini genius loci’nin büyüleyici dünyasını yüzeye taşıyarak gerçekleştirmektedir. Bu açıdan çağdaş sanat pratiklerinde kristalize olan farklı diyagramlarda, geleneksele cevap yükümlülüğüyle ortaya çıkan kronosçu bir çağdaşlık fikrinin yerini yeniyi yaratırken eskiyi farklı bir arada mümkün olabilirlik sahalarında kolaj yöntemine benzer bir tarzda birleştiren assemblageların yersizyurtsuzlaştırıcı şizofrenisi olarak Aioncu bir çağdaşlık fikri almaktadır. Kişiselleştirilerek devlet biçimli bir forma sokulmuş saf yaşamı boğan biyografilerin ölmeksizin cesetleştirdiği bedenleri yeniden büyülemek… Sanatın tek kaygısı bu büyücülük yoluyla kişisel olmayan dirimsel yaşamın keşfini sağlamak olabilir. Bu imkan saf yaşamın etik bir tarzla form ve formsuzluk arasında oluşturduğu nakaratın estetiğini yaşamlarımızda yeniden örgütlememizi ve kelimenin Foucaultcu anlamında bir varoluş estetiğiyle yaşam ve sanat ayrımını ilga etmemizi sağlayacaktır. Bu ilga edişte saklı olan büyünün imkanı genius loci’nin bu dünyadaki diğer olanakları gösteren doğasıdır. İşte Deleuze ve Guattari bu imkanın sabuklaması olarak “Biz Büyücüler” şeklinde esrimekteydi.

Bu yazı "PostDergi"de yayınlanmıştır.





[1] Lat. “Yerin Ruhu”