Dünya kendinde eksik değildir. Ne anlamdan ne de
arzudan... Ancak, ne anlam ne de arzu -ki ikisini ayırt etmek imkansızdır- halihazırda mevcut da değildir. Onları
keşfetmek, üretmek gerekir. Dünyamız,
olumsuz olmayan bir yokluğun yassı yüzeyi, bir başlangıcın 0 derecesi, salt
kutluluk anlamına gelecek sınırları aşan bir taşkınlığın olumlanma eşiğidir. O,
kendi manzara-oluşunu bekleyen bir ufuk çizgisi, bir resme dönüşecek boş bir
tuval, bir bedenselleşmenin ifadesine bürünecek et parçası ya da keşfedilecek bir
coğrafyanın kıvrımlı haritasını bekleyen bir çöl gibidir. Bir çöl nasıl bir
coğrafya dönüştürülür? Bir tuval nasıl doldurulur? Bir beden nasıl oluşturulur? Tuvaldeki bir renk nasıl diğer renklerle
potansiyel bir aradalığını yitirmeksizin kullanılır? Çöldeki bir patika nasıl
öteki patikalarla muhtemel kesişmesini yitirmeden kat edilir? Bir et parçası
nasıl öteki bedenlerle muhtemel etkin ilişkileri olumsuzlamayacak şekilde
bedenselleşir? İşte oluş olarak varlığa dair sorular bunlardır. Bu çöl ya da bu
boş tuval, Deleuze ve Guattari için Dünyanın nihai etik çekirdeği ve içkin tözü
anlamına gelen “organsız beden”den
başka bir şey değildir. Onu kelimelere dökmekten ziyade çekirdeğinde taşıdığı
söylemselleştirilemez varoluşsallaşma tarzını dolaysızca ifade eden bir sanat eseriyle
açıklamak daha sarih olacaktır.
Kazimir Malevich’in
“Beyaz Üstüne Beyaz Kare” çalışmasında
sakladığı totolojik humour belki de
organsız beden üzerine üretilmiş incelikli bir refleksiyonun yansıması olarak
okunabilir. Tuvalin, ressamın elinde aktüelleşecek renkli formların karar-verilemez
oluşuna açık kaldığı eser, yeğinliğin 0 derecesi olarak organsız bedenin
çölünde açılacak sonsuz sayıda patikaya işaret eder. Bir tuval nasıl renklerin
kayıt yüzeyi ise organsız beden de farklı bireyselleşmelere gönderen farklı
duyguların kayıt yüzeyidir. Mastar halindeki potansiyel bir doğanın görme,
duyumsama ve algılama biçimlerini bloklar halinde kaydeden bu yüzey, boş bir
tuval gibidir. Kaydedilen duygulanımsal bloklar, bir ressamın elinden çıkarak
tuvale çizilen yeni formlar, renkler ve kıvrımları andırır. Her bir renk ve
kıvrım çölde kat edilen farklı bir patikadır. Bedende bütünüyle bir coğrafya
saklıdır. İşte organsız beden
yavanlaşmadığı müddetçe, çölü bir coğrafyanın keşfiyle çeşitlendirecek sonsuz patikaların
ve tuvaldeki farklı renk ve kıvrımların kapsandığı olumlayıcı bir
bedenselleşmenin etkin gücünü teşkil eder. Organsız beden, göçebenin çöldeki
yolculuğunun başlangıç noktasını ayırt ettiği bir step, yolu sonsuz yurtla
kesişen bir yurttur. Göçebenin yolculuğu bu çölde pek çok kaçış çizgisinin
tıkanmasıyla bir açmaza girebilir. Başta ebru sanatında olduğu gibi esnek ve
geçirgen olan renk ayrımları ve kıvrımlar bir açmazla birbirlerinden
konturlarla ayrılabilir. Yolculuk ve renkler çeşitlenmelerinin en zengin
noktasında özdeşlik ekonomisi tarafından sefilleştirilebilir. İşte o takdirde
göçebe yeniden çöle yani yeğinliğin 0 derecesine yeni bir başlangıç için
inmelidir. Aksi takdirde tuvaldeki farklı kıvrımların birbiriyle olan
çeşitlendirici ilişkisi dışlayıcı ayrımların ikamesine dönüşecek, çöldeki
sonsuz sayıda patika bir patika için terk edilecektir. Bu durumda bir benlik
anlatısının ardında konturlarıyla beliren molar biçimleniş “kimlik” olarak
adledilecek ve organsız bedenin potansiyel farklılaşma sürecini ilga edecektir.
Kazimir Malevich, "Beyaz Üstüne Beyaz Kare"
Et, dışarı olarak mastar halindeki potansiyel bir doğanın
yani dünyamızın içeri bükülüp bir kıvrım oluşturmasından başka bir şey
değildir. Ette oluşan bu kıvrım sürekli farklılaşan yeğinlikli bir
bedenselleşmeye işaret edecek şekilde sürekli eğilip bükülmekte ve dünyayı
tekrar kucaklamak için yeniden açılmaktadır. Ancak dışarı olarak dünyayı içeri
olarak sabit varsayılan bir bedene büken kimliksel oluşumlar, ette oluşan bu
kıvrımın esnekliğini kaskatı konturlarla imkansızlaştırır. Duygular, renkler,
manzara-oluşlar her birinin sabit bir öznelliği imlemeyen kendi bireylikleri
vardır. Kendisi de dahil olmak üzere kimseye ait olmayan yüzlerdir bunlar. İşte
tam da bu sebeple herkese ait kişisel olmayan bir dirimselliğin parçalarıdır.
Ancak kimlikteki hastalık, herhangi bir duygunun, rengin ya da manzaranın
bireyliğini bir mülkiyet gibi kabul etmesidir. Halbuki duygular ve tesirleri
mülksüzdür. Yaşamın akışkan maddesini tıkayan kimlikleşme süreçlerine karşı duyguların
kişisel bir yüze sahip olmayan tekil-evrensel olaysallığını aktüelleştirecek
bir karşılaşmaya ihtiyaç vardır. Ancak verili kimliği dahilinde bu
karşılaşmaların hakkını verme ve attığı zarı olumlama kabiliyetine sahip
olamayan insan varoluşu için karşılaşmaların yarattığı olaysallığa eşitlenmek
çoğu zaman mümkün değildir. Bu sebepten her karşılaşma bir acı kaynağına dönüşebilir.
İşte bu durumda bedenden yeniden bir organsız beden yaratmak gerekir.
Organsız bedenin 0 derecesine yeniden inmek, Malevich’in
“Beyaz Üstüne Beyaz Kare”de yakaladığı
etik açıklığı yeniden tesis etmek için dünyamız sonsuz sayıda arayüze sahiptir.
Bazen dünyadaki şansı olumlamayı yani zar atmayı bilenler için bir renk, bir
manzara-oluş, bir aşk ya da bir rüzgarın kişisel olmayan bireyliğinde saklı duyguların
tesiri dünyamızın mastar halindeki sonsuz doğasına yeniden açılmak için bir
kapı olur. Burada bir rengin benim üzerimde bıraktığı tekil bir etkiden bahsetmek
isterim. Yazmak adına uzun soluklu mütevazı bir çaba içinde bulunan biri için
dilin kadifemsi yoğunluğunu sekteye uğrattığına inandığım birinci tekil şahıs,
her zaman biraz utanç meselesi olmuştur benim için. Ancak Rimbaud, Artaud ya da
Mallarme gibi dili bu iğrenç sözcüğü (ben) kullanmaksızın işlevselleştirecek
bir ustalığı bir çeşit cahil cesaretiyle yaptığını düşünen üçüncü sınıf şair
kibrine sahip değilim. Bu sebepten etik olanaksızlığa maske olan “Ben” adlı birinci
özne çekimini biraz utanarak kullanıyor olsam da, “Ben deme iktidarı”nı askıya
alan bir tarzda dili işlevselleştirmeye yetersiz kudretimizin bu durumu makul
kılacağını inanmak istiyorum. Öte yandan bahse konu olan rengin tam da birinci
tekil şahıs hapishanesine mahpus bedenimin etkin bir firarını tertipliyor
olması utancımı dindiriyor. Maviye ait özel bir ışık rejimidir bu.
Dünyamızın yegane talihsizliği toprağın yerleşik
güçlerine zemin hazırlayan yer çekimi kanunudur. Onsuz dünyanın mastar
halindeki sonsuz doğasını daha dolaysız kavrayabilirdik. Büyük toplanışlar
bedenimi kendi merkezlerine doğru çektiğinde mavi, firari bir düşüncenin gerçek
imgesini verir bana. Düşünceyi toprakta değil de toprağı uçuşturan, onu
yersizyurtsuzlaştıran rüzgarda ve başka bir dünyaya işaret etmeyen yalnızca
dünyamızdaki öteki olanaklara imkan sağlayan gökyüzünde aramak gerekir. Gerçek
kaçış çizgileri gökyüzünde asılı duracak örümcek ağları gibidir. Bedeni fiziki
olarak uzaklaştırmaz. Beden hareketsizdir. Ancak bedende kaynayan sınırları
aşan bir taşkınlık, altında duran toprağı yersizyurtsuzlaştıran bir ağ örmeye ve
kendi merkezine merkezkaç uygulayan paradoksal bir topos yaratmaya başlar. Bu topos,
çöl kumları ve rüzgarın birlikteliğinden doğan uçuşan çöl kumlarının rezonansıdır.
Mavi, dünyaya inancımı yitirdiğim yerde yeniden oluşa açılmamı sağlayan arayüz
olur. Çünkü gökyüzüne bakmak kafidir. Orada bulunacak şey sanılanın aksine umut
değil, yılmayan bir eylemdir. İşte o zaman gökyüzüne bakmak hızla organsız
bedenin 0 derecesine inmeye ve yeniden başlamaya etken olur. Mavide gördüğüm
her seferinde yeniden kurmaya olanak veren
taşkınlık, organsız bedenin çölünde bir vaha açmama, bedenlerin
tekilliğini ortaya çıkarak bir dostluk kurmama olanak tanır. Çünkü et yalnızca
kabına sığmayan bir taşkınlığa yurt olduğunda gerçekten bir beden olur. Mavinin
manzara-oluşu bedenimin bütün yüzeyi boyunca derime dünyayı yeniden zerk eder.
O, çölümdeki başlangıç noktamı hatırlatan bir step ya da çölümde sürekli yersizyurtsuzlaşan
bir kabilenin nihai totemi gibidir.
Tanın kızıllığında olduğu gibi gün batımlarında da en
yoğun, puslu ve soluk tonuyla odama dolar mavi. Onun sabit bir öznelliği
taşımayan manzara-oluşundaki saklı bireyliğe dalarım o zaman. Hiçbir duyguyu mülk
edinmeden süzülürüm keskin pusunda onun. Önce biraz melankoli ardından gelen doymak
nedir bilmez bir yaratma arzusu... İşte o zaman bedenim dünya olur. Mavinin
metruk uzamında doğanın mastar halindeki sonsuzluğuna açık kalabildiğim bir
anlak sonsuz mutluluk. Malevich-oluşum... Dünyanın maviye bulandığı anda
bedenimi de maviye boyayarak kamufle-oluşum... Varlığa yönelmiş kocaman bir
“Evet”! Ölümü ve yaşamı bir arada hissedebildiğim benliğimin öldüğü ve
böylelikle bedenimin canlandığı özel bir an. Ölmek yerine yok olmayı öğrenme
ihtimalim...
Mavinin ışık rejimine dahil olmak dünyayla kopmuş
bağlantımı yeniden tesis etmek için bedenimde farklı bir uyarı-yanıt bileşenini
harekete geçirir. Bedenim esner ve bir kıvrım oluşturmak üzere eğilir. Dışarı olarak
dünya içeri olarak bedenin sınırlarını ilga eder; bedenim dışarının esnek bir
kıvrımına dönüşür ve bir dünya olur. Mavinin ışık rejimi görme-duyumsama-algılama
biçimlerime tekil bir güzergah sunar. O bedenimin arayüzüdür. Bu ışık rejimi,
denizin ve gökyüzünün boşuna mavi olmadığını fısıldar kulağıma... Mavi
düşüncenin dogmatik olmayan bir imgesine açılan kapıdır bedenim için.
Dünyanın katmanları arasındaki göçebe seyahat olarak
şizofrenik süreç hiçbir zaman bir romans değildir. Düşüncenin imgesinde ideal
olan hareket çoğu zaman gerçeklik düzeyindeki aktüelleşme sürecinde sekteye
uğrar. Kaçış çizgileri tıkanır, sonu hınca varan melankoliler peydahlanır,
devrimler çözülür ve hatta dostluklar, aşklar biter. Ancak asıl önemli olan tam
da kederin peydahlandığı yerde oldukça kolay olan bir şekilde katatoniye
düşmemek ya da hınçla kapattığımız bir yeryurda sınırlar koymamaktır. Olayla
baş etmek zordur. Ulus Baker’in hatırlattığı gibi “hiçbir zaman olayla
eşitlenemiyoruz, diyordu Deleuze - hep ya çok erkeniz ya da çok geç kalıyoruz”.
Ya çok erken ya çok geç... Olayın kaçınılmaz kaderi çoğu zaman onu taşıyan
faillerin oyun bozanlığıyla bozulsa da gerçek upuygun karşılaşmayı yakalayana
dek bedeni baştan bir organsız bedene dönüştürmek gerekir. Çünkü her devrimin kendi
çocuklarını yemesi gibi her olay da maalesef kendi faillerini yer. Önemli olan
organsız bedenin 0 derecesine yeniden inebilmemizi sağlayan bir unutuş ve bir
arayüzdür. Mavi de bedenimin bulduğu tam olarak budur. Bütün sanat eserleri ve
hatta bütün devrimler katmanlar arasındaki tutkulu yolculuğun sekteye
uğramasından doğan bir melankolinin, acının ya da kederin yeni bir şizofrenik sürece
atılım için pragmatize edilebilmesinden geçer. Çölde her daim yeni patikalar
yaratılabilir. Göçebe bir patikanın açmaza dönüştüğü yerde bir öteki patikaya
olan sürgününü olumlayabilen kimsedir. Deleuze ve Guattari’nin hatırlattığı
gibi “arzu bir sürgündür”[1]. Çünkü
her zaman için verili yeryurtlar arasındaki dönüşümsel bir ilişkiyi öngörür.
Sürgün edildiğin yer bir terk edilişle çözülür, sürgüne gittiğin yer
ziyaretinle dönüşür. Arzu verili ve keşfedilmeyi bekleyen toposlar arasında dönüşümsel bir ilişkiyi öngörür. Tıkanmış bir
kaçış çizgisinin acısı sürgündeki yolculuğumuzda karşılaşacağımız yeni
dostların ve keşfedeceğimiz yeni kaçış çizgilerinin neşesine dönüşür. Göçebe
sızlanmadan sürgüne gitmeyi bilen ve bu sürgününü yeni dostluklar için pragmatize
etmeye kudreti yeten bir kimsedir.
Çöldeki göçebe “yaşlanmış”tır. Çünkü Michel Foucault’nun
hatırlattığı gibi “yolculuk şeyleri gençleştirir ama insanın kendisiyle olan
ilişkisini yaşlandırır”[2]. Yaşlanmak
hiç de kötü değildir, yaş almak ise hiç değildir. Yolculuk yaşlandırır çünkü karşılaşılan
her olayda beden eğer organsız bedenini kullanabiliyorsa biraz daha esnekleşir.
Yaşlanmak kıvrımı pragmatize etmeyi öğrenmektir. Göçebe için çöl daima genç
kalır; kendisi yolculukta kalıp yaşlandığı müddetçe... Franco “Bifo”
Berardi’nin de belirttiği gibi Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin son kitabı
“Felsefe Nedir?”de kesif ve biraz
karanlık bir üslup farkı karşımıza çıkar. Arzu retoriği terk edilmiştir. Bu
elbette arzu felsefenin bir reddiyesi anlamı taşımaz. Sanki Deleuze ve Guattari
problematiklerini daha net bir şekilde sunmak istemektedir. Son bölümün başlığı
bu farklılığın sarihliğidir: Kaosta Beyne...
Dünyadaki tüm akışlar olaya eşitlenemeyen insan öznelliği
için bir çeşit oluşta işlenemeyecek denli hızlı, ağır ve hatta karşılaşmaların
hakkını veremeyen bedenler için travmatiktir. Artık “yaşlanmış” olan Deleuze ve
Guattari’nin anlatmak istediği başımıza gelen her türden olayın bize bir
şekilde acı verdiği bu dünyada varoluşumuza bahşedilecek bir tutarlılık
düzleminin gerekliliğidir. Oluşa girme yani ontolojik bir varlık gösterme
kabiliyetini unutmuş insan varoluşu için kaosu bir kaoide dönüştürecek bir
beyin. Bilinçdışının doğrudan Gerçeği üreten sabuklama vektörlerinde deliliğe,
katatoniye ya da nevroza sürüklenmemizi engelleyecek yani sabuklamalarımızı
yeni öznellik biçimlerine dönüştürebilecek bir çeşit “arzu kası”nın
zorunluluğu...
“Tek istediğimiz, kendimizi kaostan korumak için bir
parçacık düzen. Kendi kendisinden kurtulan bir düşünceden; kaçan, henüz
tasarlanmışken yitip giden, unutmanın hanidir kemirdiği ya da bizim daha iyi
bir şekilde kavrayamadığımız daha başkalarının içine itilmiş fikirlerden daha
dehşet verici, daha ızdırap verici bir şey olamaz.”[3]
Kaosu, sabuklamalarımızı ve arzularımızı bir tutarlılık
düzleminde işleyip yeni bir öznellik biçimine dönüştürecek dostluklar ve
dünyaya yeniden inanmamızı sağlayacak arayüzler keşfetmek gerekir. Bu bazen bir
renktir. Mavidir. Önemli olan varoluşun nörolojik tıkanma semptomları
gösterdiği yerde Dünya ve insan arasında kopmuş bağlantıyı yeniden tesis edecek
ve arzu akışlarıyla kozmik hareket arasında bir denge kuracak yeni olasılıklara
dair bir ufuk yaratabilmektir. Dünyamızdaki akışlar çoğu zaman onları duygusal
olarak işleyip bir tutarlılık düzlemine çekmemizi önleyecek denli hızlıdır. Bu
süratlı akışların altında bedenler acı içinde kıvranır, paniğe kapılır ve
atalet içinde edilginleşir. Şizoanalistin görevi –ki kendisinin bir kliniği,
divanı ya da ücreti yoktur, o yalnızca dosttur- yaşamın böylesi tıkanmalar
gösterdiği yerde başka olanakları gösterecek, nevrotik açmazın obsesif döngüsünde
bir merkezkaç kuvveti oluşturacak ve kaçış çizgilerine doğru bağlantılar
kuracak arayüzler yaratmaktır. Şizoanalistin gösterenleştirilebilir ifade
bileşenlerine sahip bir yüzü yoktur. Müzisyendir, edebiyatçıdır, bazen bir
balıkçıdır, aniden karşılaşılan bir evsiz ya da bir dosttur. Kim olduğu hiç
fark etmez; altındaki toprağı yersizyurtsuzlaştırıp kendi otonom işleviyle
metruk uzamlar açan bu varoluş, dünyayla
yeniden bağlantı kurulacak arayüzlerle bir olma işlevine sahiptir. Benim için
mavi böylesi bir birlikteliği kurgulamak ihtimaliyle iletişime geçtiğim ideal
bir arayüzdür.
Mavideki tekilliği keşfedenlerin söyleyecekleri sonsuz
sayıda sayfayı doldurabilir. Ancak yalnızca gerçek bir şair mavinin yeğinliğini
bir cümleye sığdırabilecek denli yoğunlaştırabilir. “Devlet ve şairleri iki
kaşık gibi iç içe uyurlarken”[4]
ansızın beliren ve Türk şiirindeki “sivil” uyanışların liberal tınısına kül
suyu dökerek şiirimizde anarşik bir uyanış tertipleyen Ece Ayhan, “bir bardak
doldur mavi” demiş. Devletlu bir hayat sürmek yerine gerçek bir minör-oluş
hattını izleyerek Çanakkale’de bir sürgünü tercih etmiş ve bu sürgününü yeni
karşılaşmalar için pragmatize edebilmiş bu kavramsal kişiliğin dizelerinde bir
bildiği olsa gerek.
KURTULAMAYAN
Sen kader ağacı değilsin – nedeni bu
Tutkularına bırak kendini
Bir soluk var yaşıyor uzak uzak
Bu daha ölmemişsin demektir
Önce bitir bu şarkıyı
Bir bardak doldur mavi
-hiçbiri açmıyor mu seni-
Ve git bu gelmediğin yere
Kurtulamayan – nedeni bu[5]
Bu yazı K24'ün "Mavi" dosya konusu için kaleme alınmış ve K24 tarafından yayınlanmıştır.
[1] G. Deleuze ve
F. Guattari, Anti Ödipus, çev., Fahrettin Ege (Ankara: BS Yayınları, 2014), s. 542.
[2] M. Foucault,
Cinselliğin Tarihi, çev., Hülya Uğur
Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012), s. 123.
[3] G. Deleuze ve F. Guattari, Felsefe Nedir?, çev., Turhan Ilgaz (İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 2013), s. 189