1 Ocak 2016 Cuma

Bir Devrimci Makine Olarak Minör Edebiyat

“Hain olmak çok zordur, bu yaratmak demektir. Orada kendi benliğini kaybetmek lazımdır, kendi yüzünü kaybetmek. Kaybolmak gerekir, farkedilmez-oluş gerekir.”

Gilles Deleuze - Diyaloglar

            Edebiyat söz konusu olduğunda nevrozlardan ve psikozlardan bahsetmeyi biricik görevi bilen, semiyotik bileşenlerden kaçan her türden akımı  bir diktator gösterene(fallus) bağlayıp arzunun canlı bir kaçış çizgisi, bir çıkış aradığı tüm kartografiyi Babanın üst-kodladığı bir haritaya indirgeyen psikanalitik okuma girişimlerine aşinayız. Psikanalizin bu tanıdık bakışına karşı bizi önceden belirlenmiş bir çıkış ve varış noktasının(ödipus) ikili markajından kurtaracak bir okumanın zarureti beliriyor. Bu anlamıyla edebiyatın, tamda kaçmamız gereken gösteren diktatörlüğünün alanında yaratılan bir savaş makinası olarak  kavranışı  yıllardır süregiden “devrimci bir edebiyat nedir?” tartışmalarına yeni bir soluk getiren “minör edebiyat” meselesine bizi getiriyor. Dedalus Yayınları Deleuze ve Guattari’nin kaleminden çıktığı günden bu yana canlı tartışma ve yanlış anlamaların nesnesi olan “Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin”i yeniden basım olarak usta çevirmen Işık Ergüden’in Türkçesiyle yayınladı. Deleuze ve Guattari’nin Kafka’yla buluştuğunda asla bir üçgeni imlemeyen kaçış çizgileri olarak kıvrımları nasıl oluşturduğunu gayet sarih bir biçimde ortaya koyan Ali Akay’ın sunuş yazısıysa okuru bu şizo-kitabın çoklu-girişlerine hazırlıyor.

Yazmak Oluştur, Yazar Olmak Değil
            Yazmak söz konusu olduğunda yazarın neyi ifade ettiği çok tartışıldı. Sanatı bir “mimesis” ilişkisi içinde kavrayan bakışlar bu tartışmalarda yazarın eseriyle kendi varlığını yekpareleştirdiğine dönük yanılsamaları beraberinde getiriyordu. Ancak felsefedeki “Öznenin Ölümü”ne yönelik tartışmalar Roland Barthes’da ifadesi bulacak olan “Yazarın Ölümü” konsepti üzerinden edebiyata izdüşümünü bırakmıştı. Öte yandan Maurice Blanchot’nun sanat eserinin gayri-şahsiliğine yönelik teorik çabasının da tartışmaya etkisi şüphe götürmez. Blanchot “kişilerin başına öyle bir şey gelir ki, onu ancak “Ben” deme erklerinden vazgeçerek yeniden yakalayabilirler” dediğinde edebiyatın; öznenin içinde kendi varlığını yekpareleştireceği değil tam aksi istikamette bir atılım olarak öznenin kendi yok oluşunu deneyimleyeceği bir uzam açtığını göstermişti. Bu anlamıyla edebiyat Deleuze’ün Edebiyat ve Yaşam’da ifade ettiği gibi “görünüşteki kişilerin altında, kesinlikle genellik olmayan, tekilliğin en son noktası olan bir kişisizin gücü” keşfedildiğinde başlamaktaydı. “Ben” deme erkine karşı öznenin içinde bir üçüncü tekil şahıs ”o” doğduğunda başlayan edebiyat; öznesiz bir süreç olarak yeniden kavramsallaştırıyordu. Bu yönüyle sanat ve özellikle dilsel deneyim olarak edebiyat bir “oluş” ilişkisini yalınlaştırmaktaydı. Dolayısıyla edebiyat asla yaşanmış deneyime bir temsil, bir form kazandırmak değildi. Yazma deneyimi, göçebeleşmenin yani gösteren diktatörlüğünün dayattığı konum olarak özne konumundan “kaçma”nın bir yoluydu. Oluşların geniş coğrafyasında kaybolan öznenin yaşadığı deneyim olarak edebiyatta öznenin yerini çizgisellikler, özlerin yeriniyse “oluş”lar almaktaydı. Dili güçlü bir yersizyurtsuzlaşma katsayısına maruz bırakarak, deneyimin yeni veçhelerine yönelik bir atılımı sağlayan edebiyatta Deleuze’ün “Diyaloglar”daki ifadesiyle söylersek “yazmak oluştu, yazar olmak değil”. Edebiyatın oluşla ilişkisini vurguladığımızda aslında onun ne nevrozla ne de psikozla ilişkili olmadığını şizofrenik bir süreç olduğunu vurgulamaktayız. Kişi “sayıklama”larıyla(délire) yazar ancak bu sayıklama, bir anne-baba-ben üçgeninde değil, tarihsel, ırksal, toplumsal sorunların merkezinde gerçekleşen bir sayıklamadır.

Edebiyat, sınıra dek yersizyurtsuzlaştırılan dilin yoğun gösteren dışı kullanımıyla öznenin “olmadığı bir şeye dönüşmesi” yani dilin özneyi kapıp götüreceği ve (kendi taşra ağzımızın) sayıklamayı gösteren diktatörlüğüne karşı bir yarma hareketine dönüştüreceği koşulların oluşturulmasıdır. Edebiyat bir sağlık girişimidir. Nevrozuyla yazan birinin kendine dönük sağlık girişimi değil, şizofrenik sayıklamalarıyla yazan birinin hastalığın semptomlarıyla bütünleşmiş dünyaya karşı girişeceği bir sağlık girişimidir bu. Dünya bizi “hasta” etmektedir ve edebiyat dünyaya karşı yürütülen bir savaş stratejisidir.



Canlı Bir Kaçış Çizgisi
            Bu noktada fötründe “gelmekte olan bir halkın” edebiyatını saklayan Franz Kafka’nın konumunu nasıl tanımlayabiliriz? Günlükler’de “Metaforlar, beni yazma uğraşında umutsuzluğa düşüren pek çok nedenden biri” diyecektir Kafka. Onun edebiyatında, dilin gösteren ve gösterileni yeni bir özdeşlikte buluşturacak ya da yaşama bir temsil dayatacak bir kullanımı yani dilin metaforik kullanımını değil, dili dönüştürmenin ve bu şekilde özneyi Metamorfoza sürüklemenin yöntemini buluruz. Gregor Samsa bir kaçış çizgisi bulmak için bir böceğe dönüşmüştür. Yani bir böceği taklit etmek (mimesis) değil bir böceğe dönüşmek(metamorfoz)tir söz konusu olan. Kafka’nın özellikle öykülerinde rastladığımız hayvan-oluş örnekleri bir kaçış çizgisinin işlevini üstlenir. Oluş her zaman bir kaçış çizgisi demektir çünkü gösteren diktatörlüğünün baş yasağı “oluş”tur. Bu açıdan Kafka gösteren diktatörlüğünün bir dayatması olan özne konumundan yani Franz Kafka’dan kaçmanın peşindedir. Claire Parnet geceleri yazan Kafka’da bir vampir-oluş keşfetmiştir. Söz konusu olan Drakula-oluş “gündüzleri tabut-bürosu”na kapanan Kafka için “Franz Kafka ceketini çıkarmak”, canlı bir kaçış çizgisi oluşturup oluşun geniş coğrafyasında kaybolmak için bir paravan işlevi görmektedir. Kafka yazmadığı zamanlar yalnız değil, kendi ifadesiyle “Franz Kafka gibi yalnız” olmaktadır. Bu noktada asla “yazar” olmak istememiş Kafka’da Deleuze’ün “yazmak oluştur, yazar olmak değil” ifadesini kullandığı zaman kastettiği şeyin vücut bulduğunu görebiliriz. Kafka majör bir dili minör kullanımlara açarak dili yersizyurtsuzlaştırdığında gösteren diktatörlüğünün dayatması olan “Franz Kafka”dan kaçmaktadır. Gösterenin duvarında sabitlendiği yerden yani Franz Kafka’dan kaçan ve bedenini duvara sabitleyen çivileri sökerek her bir yarasından dünya için bir sağlık girişiminin nedenini bulan bir yazma makinesidir Kafka. Yazarak Deleuze’ün kullandığı anlamıyla “kımıldamayan göçebelik” deneyimlenir. Kafka yazdığı zamanlar “tarihteki bütün isimler benim”diyen Nietzsche gibi arzunun, içkinlik düzleminin üzerindedir. Kafka yazma sürecinde akımı farkedilmez-oluşa kadar çoğaltmış ve kendinden bir tanınmazlık, bir çeşit hainlik yaratmıştır.

            Kafka’da edebiyatın oluş olarak somutlandığını anladığımız takdirde Deleuze ve Guattari’nin Kafka’ya bakışını anlamak kolaylaşır. İkili kitapta Kafka’nın edebi serüvenini “anlam”landıracağımız arketipler sunmaz. Çünkü Kafka’nın yapıtı arzunun çokluğunun ifadesidir. Söz konusu arzu olduğunda ikilinin Anti-Ödip’te ortaya koyduğu gibi bizi gösterenin emperyalizmine götürecek “anlam” soruları yerini “işlevi nedir?” sorusuna bırakmalıdır. Kafka’nın çalışmasına “anlam” üzerinden bakan her çeşitleme bizi gösterene ve ödipal  ilişkinin çıkmazına götürmüştür. Ancak işlev, bizi kaçış çizgisine götürür. Kafka’da söz konusu olan anlam önceliğinin işaret ettiği ödipal ilişkiye karşı özgürlük problemi değildir, tüm arzu kartografisini kaplayan çıkmaza karşın bir çıkış bir kaçış çizgisi üretmektir. Örneğin Baba’ya Mektup uzunca bir süre Kafka’daki nevrozun ve babayla ödipal ilişkinin ispatı olarak okunmuştur. Ancak burada Baba’yla girilen bir iktidar ilişkisinden çok babanın maduniyetini ortaya koyulmaktadır. Kafka, Baba’nın ardındaki süreçleri göstererek Babasının kendisine karşı olan tavrının aslında “kendisi itaat etmiş” birinin oğlunun da itaat etmesini beklemek olduğunu göstermektedir. İkilinin Anti-Ödip’te ortaya koyduğu şekliyle ödipus bir toplumsal tatbik etme olarak aslında babanın despotik paranoyasında başlamaktaydı. Yani çocuktaki nevroz aslında babadaki nevrozdan kaynaklanmaktadır. Burada Ödipus’un sonucu olarak nevrozdan çok nevrozun sonucu olarak nevroz söz konusudur. Bu ikilinin toplumda gördüğü “ödipal tatbik etme”nin sonucudur. Kafka mektupta “Bana öyle geliyor ki, içinde yaşayacağım bölgeler ya senin vücudunla kapayamadığın ya da senin ulaşamadığın yerlerdir ancak” dediğinde Babasının despotik bir şekilde üst-kodladığı haritanın üzerindeki kaçış çizgilerinin peşindedir. Babayla girilen bir iktidar ilişkisi yani ödipus söz konusu değildir. Burada ödipus’un dünyadan yersizyurtsuzlaştırılması mevcuttur.



Edebiyat Gelmekte Olan “Halkın İşidir”
            Kafka anadili olmayan major bir dilde(Almanca) yazma konusunda karşılaştığı çıkmazları “yazmama olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü yazma olanaksızlığı” şeklinde ifade etmiştir. Ama Kafka’yı yazmaya iten tam da bu çıkmazdır. Gilles Deleuze “Diyaloglar”da “Amaç sorulara yanıt vermek değil, onlardan çıkmaktır, kurtulmaktır.” diyordu. Bu açıdan Kafka’nın yarattığı herhangi bir özneye gönderme yapmayan bir düzenleme olarak “K. işlevi” bu çıkmazlardan bir çıkış yaratmanın peşindedir. Kafka tuhaf kullanımlara açık Prag Almancasıyla major dili yersizyurtsuzlaştırmakta ve dili minör kullanımlara açmaktadır. Minör edebiyat bir azınlığın sahip olmadığı major dilde yapmak zorunda kaldığı edebiyat olarak o majör dilin bütünlüğünü dağıtacak minör ağızları keşfederek politik bir tavrı ortaya koymaktadır. Kendi anadilinde yazmasının imkansızlığı Kafka’yı kendi taşra ağzını bulmaya sentaksı titreterek major dili içten dinamitlemeye yöneltmiştir. Kafka’nın anadili olmayan Almanca’ya bu uzaklığı onun gösteren ve gösterilen arasındaki keyfi ilişkiyi kolaylıkla görmesine ve bu keyfiyeti minör kullanımların lehine dönüştürmesini sağlamıştır. Kafka “sığınacak yer arayan bir köpek, yuva yapan bir fare gibi yazmak”tadır.  Önemli olan kendi dilinde dahi yabancı olabilmektir. Proust “Dili savunmanın tek yolu ona saldırmaktır. Her yazar kendi dilini yaratmak zorundadır” dediğinde üslubun major dilin içinde değil dilin minor-oluşlarında yakalanabileceğini gösteriyordu. Kafka dili çığlık atmak için kullanmaktadır. Bu çığlık gösterenin diktatörlüğünde bir yarma hareketi yaratır. Çünkü dilden minör bir direnç noktası yaratmak, major dilin içinde baskılanan kullanımlara bir şans vermek, dilin tek biçimli kullanımına karşı çokdilliği savunmak “dilbilimsel üçüncü dünya bölgelerini bulmak” her zaman devrimci bir potansiyele işaret eder. Bu yönüyle ikilinin ifade ettiği gibi “minörden daha büyüğü, daha devrimcisi yoktur”.

            Minör edebiyatın bir diğer özelliği onun kurduğu daracık uzamda herşeyin politik olmasıdır. Majör edebiyatlarda rastlanan aile romansına minör edebiyatta asla rastlanmaz. Bu yönüyle minör edebiyat görünür kişilerin ardındaki socius’u çıplaklaştırır. Öyle ki  aile ilişkilerinin ardında büyük edebiyatlarda perdelenen socius ilişkileri bütün çarpıklığıyla gözler önüne serilir. Burada aile romansında rastlanan ödipal yorumların asla sınırlandırıp yorumlayamayacağı bir bakış bulunmaktadır. İkili Anti-Ödip’te “babanın babası olmayan bir patronu olduğunu…çocuğun kendi tarzında bilmediği sanmanın” gülünçlüğünden bahsetmekteydi. İşte minör edebiyat Baba’nın ardındaki tüm politik mevcudiyeti yani “babanın vergi tahsildarı tarafından düzüldüğünü, egonun ise bir beyaz tarafından dövüldüğünün” gösteren koşullarıyla politiktir. Minör edebiyat baba-anne-çocuk üçgeninde sözde deneyimlenen ödipal ilişkinin ardındaki toplumsal makineyi çıplaklaştırır. Bu yönüyle devrimci ve politiktir.
            Minör bir edebiyatın son koşuluysa sözcelerin herhangi bir sözcelem öznesinden kaynaklanmaması, yeni bir kolektif sözcelem düzenlemesinin keşfedilmesidir. Bu düzenleme özneyi kapıp götürecek yeni bir arzu mekaniğini ifade etmektedir. Kafka’da sözce herhangi bir öznenin sonucu olmadığı için bir kolektif sözcelem düzenlemesidir. Kolektif sözcelem düzenlemesi öznenin içinden geçerek özneliğini unutup oluşa gireceği yeni yoğunlukların yaratımıdır. Bu açıdan ikilinin ifade ettiği gibi “özne yoktur, yalnızca kolektif sözcelem düzenlemeleri vardır”. Kafka yeni kolektif sözcelem düzenlemesini yaratarak “devrimci bir özle özdeşleşmeyi bekleyen majör bir halk” için değil gelmekte olan “devrimci bir oluşu taşıyan minör bir halk” için yazmaktadır. Bu şekilde henüz var olmayan devrimci makinenin görevini üstlenmektedir. Kafka’nın söylediği gibi “edebiyat halkın işidir”. Bu açıdan minör edebiyat, tam bir Deleuze ve Guattari politikasıdır.

Yasa Bir Porno Kitabının Üstüne Yazılmıştır
            Alışılmış Kafka yorumlarında karşılaştığımız “suçluluğun önselliği ve “yasanın  aşkınlığı” temaları Kafka’daki içkinlik sahasını yasanın aşkın temsiline ve arzu neşesini suçluluğun önselliğine indirgeyerek onda mevcut olan devrimci makineyi alt üst eder. Halbuki Kafka’da nomos bütün orijinalliğiyle grotesk bir şekilde sunulmaktadır. Bu yorumların nirengi noktasını oluşturan Katedralde ve Son bölümlerinin sıralamadaki yeri aslında Max Brod’un yerleştirmeleridir. Brod’u Kafka’dan aktardığı şekliyle “davanın nihai duruşmaya ulaşamaması gibi romanda asla sona ermemeli bir bakıma bitirilemez olmalıdır” kaldı ki Kafka’nın da romanı aslında bitir(e)mediğini biliyoruz. Bu asla bitirememe durumu oluş sürecinin bitimsiz olması ve içkinlik düzleminin sonsuz olmasından kaynaklanır. Çünkü Kafka arzunun üzerindedir, onda Deleuze’ün  Diyaloglar’daki ifadesiyle bir “sapık işlev”söz konusudur.



            Özellikle Katedralde bölümünde rahiple yapılan konuşma ve “Yasa önünde” meselesi Yasa’nın doğası hakkında pek çok yoruma çıkış noktası oluşturmuştur. Burada rahip Yasa için “her şeyi doğru saymak diye bir zorunluluk yok, sadece her şeyi gerekli saymak zorunluluğu var” ifadelerini kullanır. Bu yasanın a priori  bir doğrulukla ilişkide olmadığının hatta keyfi bir ilişkiyi, bir rastlantısallığı imlediğinin itirafı gibidir. Halbuki yasa tartışılmaz bir doğruluk içinde bir toplumsal temsilde gözükmektedir. Burada Yasanın bir zorundalık olarak değil bir gereklilik içinde sunulduğunu görmekteyiz. Ve bu durum yasanın aşkınlığını şüpheli kılmaktadır. Konuşmanın devamında rahip K.nın gidebileceğini söylediğinde K. şaşırır ancak rahibin cevabı yine yasa ile ilgili pek çok gizi açmaktadır. Rahip: “Mahkeme senden hiçbir şey istemez. Geldiğin takdirde seni kabul eder ve gittiğin zaman da bırakır” ifadelerini kullanır. Halbuki suçluluk önsel olmalıdır. Burada Yasanın gerçek bir bilgi nesnesinden yoksunluğu ortaya çıkmakta ve yasanın yalnızca kendini sözceleyerek yani cezalandırarak belirebileceği ortaya çıkmaktadır. Yasa Scholem’in ifadesiyle “hiçbir şey olarak vahiy”dir. Althusser’in ideoloji teorisinden hatırlanacağı şekilde Tanrı’nın “Ben, ben olanım” ifadesi gibi yasa’da ancak kendi kendini sözceleyerek varolabilir. Adlandırıcı dilde ismini vermeyen Tanrı gibi Yasa’nın da neyi yasakladığı bilinmez. Yasanın bu yüzer-gezerliği aslında onun pratikler dünyasındaki bir başka arzu olduğunu göstermektedir. Eğer Yasaya ulaşılamıyorsa bu Yasanın aşkınlığından değil her türlü içsellikten mahrum olmasıdır. Dava’daki “sınırsız erteleme” hali Yasanın aşkınlığından değil arzunun sonsuz içkinliğinden gelmektedir. Suçluluksa yine bir başka arzu durumudur. Romanda “Suçluluk, yargıçların ve hatta avukatların, gerçek bir harekete girişmenize, yani kendi işinizle ilgilenmenize engel olmak için  size kendi sınırları içinde tuttukları görünür hareketten başka bir şey değildir asla” ifadelerine rastlamaktayız.”ifadeleri bulunur. Burada suçluluğun önselliğinin yerine bir başka arzu durumu olan Yasa’nın aşkınlıkla değil içkinlikle belirdiği açıklığa kavuşur.

            İkilinin ifadesiyle “Yasanın varolduğuna inanılan yerde, aslında arzu ve yalnızca arzu vardır. Adalet arzudur yasa değil”. Yasa arzunun faşist-paranoyak kutbundan gelen bir kuvvettir. Buna karşın K’da arzunun şizo-devrimci kutbu söz konusudur. K. adaleti bürolardan bürolara, altkesitlerden altkesitlere bir hareket içinde aradığında yasanın bir arzu olarak içkinlik üzerinde bulunduğunu göstermektedir. Eğer üst-yetkili mercilere ulaşılamıyorsa, bu durum mercilerin ulaşılamazlığına değil,  mercilerin yokluğuna işaret eder. Adalet arzudur ve o her zaman bitişik büroların sonsuzluğunda kulislerdeki fısıltılarda aranmalıdır. “Yasa Önünde” meselesinde olduğu gibi kapıların asla sonu gelmeyecektir. Büroların bu sonsuz bitişikliği arzunun bitişikliğidir. Yasanın bu çoklu girişleri onun bir gösterenle değil arzuyla ilişkide olduğunu gösterir. Yasanın aşkınlığı aldatıcı bir aşkınlıktır. Sınırsız erteleme hali arzunun sonsuzluğundan gelmektedir. İkilinin ifadesiyle “Yasa bir porno kitabının üstüne yazılmıştır” bu onun ikiyüzlülüğünü değil arzuyla ilişkisini gösterir.


            Kafka arzunun sonsuz oluş sahasındadır. Oluşların geniş coğrafyasında kaybolmuş. Arzusunu sekteye uğratacak bir suçluluğun ya da zevkin içinden yazmamıştır. K. işlevi oluş işlevidir. 

Bu yazı Mesele Dergi 108. sayıda yayınlanmıştır.