“Hain olmak çok zordur, bu yaratmak demektir. Orada kendi benliğini kaybetmek
lazımdır, kendi yüzünü kaybetmek. Kaybolmak gerekir, farkedilmez-oluş gerekir.”
Gilles
Deleuze - Diyaloglar
Edebiyat söz konusu olduğunda nevrozlardan ve
psikozlardan bahsetmeyi biricik görevi bilen, semiyotik bileşenlerden kaçan her
türden akımı bir diktator
gösterene(fallus) bağlayıp arzunun canlı bir kaçış çizgisi, bir çıkış aradığı
tüm kartografiyi Babanın üst-kodladığı bir haritaya indirgeyen psikanalitik
okuma girişimlerine aşinayız. Psikanalizin bu tanıdık bakışına karşı bizi
önceden belirlenmiş bir çıkış ve varış noktasının(ödipus) ikili markajından
kurtaracak bir okumanın zarureti beliriyor. Bu anlamıyla edebiyatın, tamda
kaçmamız gereken gösteren diktatörlüğünün alanında yaratılan bir savaş makinası
olarak kavranışı yıllardır süregiden “devrimci bir edebiyat
nedir?” tartışmalarına yeni bir soluk getiren “minör edebiyat” meselesine bizi
getiriyor. Dedalus Yayınları Deleuze
ve Guattari’nin kaleminden çıktığı günden bu yana canlı tartışma ve yanlış
anlamaların nesnesi olan “Kafka: Minör
Bir Edebiyat İçin”i yeniden basım olarak usta çevirmen Işık Ergüden’in
Türkçesiyle yayınladı. Deleuze ve Guattari’nin Kafka’yla buluştuğunda asla bir
üçgeni imlemeyen kaçış çizgileri olarak kıvrımları nasıl oluşturduğunu gayet
sarih bir biçimde ortaya koyan Ali Akay’ın sunuş yazısıysa okuru bu
şizo-kitabın çoklu-girişlerine hazırlıyor.
Yazmak
Oluştur, Yazar Olmak Değil
Yazmak söz konusu olduğunda yazarın neyi ifade ettiği çok
tartışıldı. Sanatı bir “mimesis” ilişkisi içinde kavrayan bakışlar bu
tartışmalarda yazarın eseriyle kendi varlığını yekpareleştirdiğine dönük yanılsamaları
beraberinde getiriyordu. Ancak felsefedeki “Öznenin Ölümü”ne yönelik
tartışmalar Roland Barthes’da ifadesi bulacak olan “Yazarın Ölümü” konsepti
üzerinden edebiyata izdüşümünü bırakmıştı. Öte yandan Maurice Blanchot’nun
sanat eserinin gayri-şahsiliğine yönelik teorik çabasının da tartışmaya etkisi
şüphe götürmez. Blanchot “kişilerin başına öyle bir şey gelir ki, onu ancak “Ben”
deme erklerinden vazgeçerek yeniden yakalayabilirler” dediğinde edebiyatın;
öznenin içinde kendi varlığını yekpareleştireceği değil tam aksi istikamette
bir atılım olarak öznenin kendi yok oluşunu deneyimleyeceği bir uzam açtığını
göstermişti. Bu anlamıyla edebiyat Deleuze’ün Edebiyat ve Yaşam’da ifade ettiği gibi “görünüşteki kişilerin
altında, kesinlikle genellik olmayan, tekilliğin en son noktası olan bir kişisizin
gücü” keşfedildiğinde başlamaktaydı. “Ben” deme erkine karşı öznenin içinde bir
üçüncü tekil şahıs ”o” doğduğunda başlayan edebiyat; öznesiz bir süreç olarak
yeniden kavramsallaştırıyordu. Bu yönüyle sanat ve özellikle dilsel deneyim
olarak edebiyat bir “oluş” ilişkisini yalınlaştırmaktaydı. Dolayısıyla edebiyat
asla yaşanmış deneyime bir temsil, bir form kazandırmak değildi. Yazma
deneyimi, göçebeleşmenin yani gösteren diktatörlüğünün dayattığı konum olarak
özne konumundan “kaçma”nın bir yoluydu. Oluşların geniş coğrafyasında kaybolan
öznenin yaşadığı deneyim olarak edebiyatta öznenin yerini çizgisellikler,
özlerin yeriniyse “oluş”lar almaktaydı. Dili güçlü bir yersizyurtsuzlaşma
katsayısına maruz bırakarak, deneyimin yeni veçhelerine yönelik bir atılımı
sağlayan edebiyatta Deleuze’ün “Diyaloglar”daki
ifadesiyle söylersek “yazmak oluştu, yazar olmak değil”. Edebiyatın oluşla
ilişkisini vurguladığımızda aslında onun ne nevrozla ne de psikozla ilişkili
olmadığını şizofrenik bir süreç olduğunu vurgulamaktayız. Kişi
“sayıklama”larıyla(délire) yazar ancak bu sayıklama, bir anne-baba-ben üçgeninde
değil, tarihsel, ırksal, toplumsal sorunların merkezinde gerçekleşen bir
sayıklamadır.
Edebiyat,
sınıra dek yersizyurtsuzlaştırılan dilin yoğun gösteren dışı kullanımıyla
öznenin “olmadığı bir şeye dönüşmesi” yani dilin özneyi kapıp götüreceği ve (kendi
taşra ağzımızın) sayıklamayı gösteren diktatörlüğüne karşı bir yarma hareketine
dönüştüreceği koşulların oluşturulmasıdır. Edebiyat bir sağlık girişimidir.
Nevrozuyla yazan birinin kendine dönük sağlık girişimi değil, şizofrenik
sayıklamalarıyla yazan birinin hastalığın semptomlarıyla bütünleşmiş dünyaya
karşı girişeceği bir sağlık girişimidir bu. Dünya bizi “hasta” etmektedir ve
edebiyat dünyaya karşı yürütülen bir savaş stratejisidir.
Canlı
Bir Kaçış Çizgisi
Bu noktada fötründe “gelmekte olan bir halkın”
edebiyatını saklayan Franz Kafka’nın konumunu nasıl tanımlayabiliriz? Günlükler’de “Metaforlar, beni yazma
uğraşında umutsuzluğa düşüren pek çok nedenden biri” diyecektir Kafka. Onun
edebiyatında, dilin gösteren ve gösterileni yeni bir özdeşlikte buluşturacak ya
da yaşama bir temsil dayatacak bir kullanımı yani dilin metaforik kullanımını
değil, dili dönüştürmenin ve bu şekilde özneyi Metamorfoza sürüklemenin yöntemini buluruz. Gregor Samsa bir kaçış
çizgisi bulmak için bir böceğe dönüşmüştür. Yani bir böceği taklit etmek
(mimesis) değil bir böceğe dönüşmek(metamorfoz)tir söz konusu olan. Kafka’nın
özellikle öykülerinde rastladığımız hayvan-oluş örnekleri bir kaçış çizgisinin
işlevini üstlenir. Oluş her zaman bir kaçış çizgisi demektir çünkü gösteren
diktatörlüğünün baş yasağı “oluş”tur. Bu açıdan Kafka gösteren diktatörlüğünün
bir dayatması olan özne konumundan yani Franz Kafka’dan kaçmanın peşindedir.
Claire Parnet geceleri yazan Kafka’da bir vampir-oluş keşfetmiştir. Söz konusu
olan Drakula-oluş “gündüzleri tabut-bürosu”na kapanan Kafka için “Franz Kafka
ceketini çıkarmak”, canlı bir kaçış çizgisi oluşturup oluşun geniş
coğrafyasında kaybolmak için bir paravan işlevi görmektedir. Kafka yazmadığı
zamanlar yalnız değil, kendi ifadesiyle “Franz Kafka gibi yalnız” olmaktadır.
Bu noktada asla “yazar” olmak istememiş Kafka’da Deleuze’ün “yazmak oluştur,
yazar olmak değil” ifadesini kullandığı zaman kastettiği şeyin vücut bulduğunu
görebiliriz. Kafka majör bir dili minör kullanımlara açarak dili
yersizyurtsuzlaştırdığında gösteren diktatörlüğünün dayatması olan “Franz
Kafka”dan kaçmaktadır. Gösterenin duvarında sabitlendiği yerden yani Franz
Kafka’dan kaçan ve bedenini duvara sabitleyen çivileri sökerek her bir
yarasından dünya için bir sağlık girişiminin nedenini bulan bir yazma
makinesidir Kafka. Yazarak Deleuze’ün kullandığı anlamıyla “kımıldamayan
göçebelik” deneyimlenir. Kafka yazdığı zamanlar “tarihteki bütün isimler
benim”diyen Nietzsche gibi arzunun, içkinlik düzleminin üzerindedir. Kafka
yazma sürecinde akımı farkedilmez-oluşa kadar çoğaltmış ve kendinden bir
tanınmazlık, bir çeşit hainlik yaratmıştır.
Kafka’da edebiyatın oluş olarak somutlandığını
anladığımız takdirde Deleuze ve Guattari’nin Kafka’ya bakışını anlamak
kolaylaşır. İkili kitapta Kafka’nın edebi serüvenini “anlam”landıracağımız
arketipler sunmaz. Çünkü Kafka’nın yapıtı arzunun çokluğunun ifadesidir. Söz
konusu arzu olduğunda ikilinin Anti-Ödip’te ortaya koyduğu gibi bizi gösterenin
emperyalizmine götürecek “anlam” soruları yerini “işlevi nedir?” sorusuna
bırakmalıdır. Kafka’nın çalışmasına “anlam” üzerinden bakan her çeşitleme bizi
gösterene ve ödipal ilişkinin çıkmazına
götürmüştür. Ancak işlev, bizi kaçış çizgisine götürür. Kafka’da söz konusu
olan anlam önceliğinin işaret ettiği ödipal ilişkiye karşı özgürlük problemi değildir,
tüm arzu kartografisini kaplayan çıkmaza karşın bir çıkış bir kaçış çizgisi
üretmektir. Örneğin Baba’ya Mektup uzunca
bir süre Kafka’daki nevrozun ve babayla ödipal ilişkinin ispatı olarak
okunmuştur. Ancak burada Baba’yla girilen bir iktidar ilişkisinden çok babanın
maduniyetini ortaya koyulmaktadır. Kafka, Baba’nın ardındaki süreçleri
göstererek Babasının kendisine karşı olan tavrının aslında “kendisi itaat
etmiş” birinin oğlunun da itaat etmesini beklemek olduğunu göstermektedir. İkilinin
Anti-Ödip’te ortaya koyduğu şekliyle ödipus bir toplumsal tatbik etme olarak aslında
babanın despotik paranoyasında başlamaktaydı. Yani çocuktaki nevroz aslında
babadaki nevrozdan kaynaklanmaktadır. Burada Ödipus’un sonucu olarak nevrozdan
çok nevrozun sonucu olarak nevroz söz konusudur. Bu ikilinin toplumda gördüğü
“ödipal tatbik etme”nin sonucudur. Kafka mektupta “Bana öyle geliyor ki, içinde
yaşayacağım bölgeler ya senin vücudunla kapayamadığın ya da senin ulaşamadığın
yerlerdir ancak” dediğinde Babasının despotik bir şekilde üst-kodladığı
haritanın üzerindeki kaçış çizgilerinin peşindedir. Babayla girilen bir iktidar
ilişkisi yani ödipus söz konusu değildir. Burada ödipus’un dünyadan
yersizyurtsuzlaştırılması mevcuttur.
Edebiyat
Gelmekte Olan “Halkın İşidir”
Kafka anadili
olmayan major bir dilde(Almanca) yazma konusunda karşılaştığı çıkmazları “yazmama
olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü yazma olanaksızlığı”
şeklinde ifade etmiştir. Ama Kafka’yı yazmaya iten tam da bu çıkmazdır. Gilles
Deleuze “Diyaloglar”da “Amaç sorulara yanıt vermek değil, onlardan çıkmaktır,
kurtulmaktır.” diyordu. Bu açıdan Kafka’nın yarattığı herhangi bir özneye
gönderme yapmayan bir düzenleme olarak “K. işlevi” bu çıkmazlardan bir çıkış
yaratmanın peşindedir. Kafka tuhaf kullanımlara açık Prag Almancasıyla major
dili yersizyurtsuzlaştırmakta ve dili minör kullanımlara açmaktadır. Minör
edebiyat bir azınlığın sahip olmadığı major dilde yapmak zorunda kaldığı
edebiyat olarak o majör dilin bütünlüğünü dağıtacak minör ağızları keşfederek
politik bir tavrı ortaya koymaktadır. Kendi anadilinde yazmasının imkansızlığı
Kafka’yı kendi taşra ağzını bulmaya sentaksı titreterek major dili içten
dinamitlemeye yöneltmiştir. Kafka’nın anadili olmayan Almanca’ya bu uzaklığı
onun gösteren ve gösterilen arasındaki keyfi ilişkiyi kolaylıkla görmesine ve
bu keyfiyeti minör kullanımların lehine dönüştürmesini sağlamıştır. Kafka “sığınacak
yer arayan bir köpek, yuva yapan bir fare gibi yazmak”tadır. Önemli olan kendi dilinde dahi yabancı
olabilmektir. Proust “Dili savunmanın tek yolu ona saldırmaktır. Her yazar kendi
dilini yaratmak zorundadır” dediğinde üslubun major dilin içinde değil dilin
minor-oluşlarında yakalanabileceğini gösteriyordu. Kafka dili çığlık atmak için
kullanmaktadır. Bu çığlık gösterenin diktatörlüğünde bir yarma hareketi yaratır.
Çünkü dilden minör bir direnç noktası yaratmak, major dilin içinde baskılanan
kullanımlara bir şans vermek, dilin tek biçimli kullanımına karşı çokdilliği
savunmak “dilbilimsel üçüncü dünya bölgelerini bulmak” her zaman devrimci bir
potansiyele işaret eder. Bu yönüyle ikilinin ifade ettiği gibi “minörden daha
büyüğü, daha devrimcisi yoktur”.
Minör edebiyatın bir diğer özelliği onun kurduğu daracık
uzamda herşeyin politik olmasıdır. Majör edebiyatlarda rastlanan aile romansına
minör edebiyatta asla rastlanmaz. Bu yönüyle minör edebiyat görünür kişilerin
ardındaki socius’u çıplaklaştırır. Öyle ki
aile ilişkilerinin ardında büyük edebiyatlarda perdelenen socius
ilişkileri bütün çarpıklığıyla gözler önüne serilir. Burada aile romansında
rastlanan ödipal yorumların asla sınırlandırıp yorumlayamayacağı bir bakış bulunmaktadır.
İkili Anti-Ödip’te “babanın babası olmayan bir patronu olduğunu…çocuğun kendi
tarzında bilmediği sanmanın” gülünçlüğünden bahsetmekteydi. İşte minör edebiyat
Baba’nın ardındaki tüm politik mevcudiyeti yani “babanın vergi tahsildarı
tarafından düzüldüğünü, egonun ise bir beyaz tarafından dövüldüğünün” gösteren
koşullarıyla politiktir. Minör edebiyat baba-anne-çocuk üçgeninde sözde
deneyimlenen ödipal ilişkinin ardındaki toplumsal makineyi çıplaklaştırır. Bu
yönüyle devrimci ve politiktir.
Minör bir edebiyatın son koşuluysa sözcelerin herhangi
bir sözcelem öznesinden kaynaklanmaması, yeni bir kolektif sözcelem
düzenlemesinin keşfedilmesidir. Bu düzenleme özneyi kapıp götürecek yeni bir
arzu mekaniğini ifade etmektedir. Kafka’da sözce herhangi bir öznenin sonucu
olmadığı için bir kolektif sözcelem düzenlemesidir. Kolektif sözcelem
düzenlemesi öznenin içinden geçerek özneliğini unutup oluşa gireceği yeni
yoğunlukların yaratımıdır. Bu açıdan ikilinin ifade ettiği gibi “özne yoktur,
yalnızca kolektif sözcelem düzenlemeleri vardır”. Kafka yeni kolektif sözcelem
düzenlemesini yaratarak “devrimci bir özle özdeşleşmeyi bekleyen majör bir
halk” için değil gelmekte olan “devrimci bir oluşu taşıyan minör bir halk” için
yazmaktadır. Bu şekilde henüz var olmayan devrimci makinenin görevini
üstlenmektedir. Kafka’nın söylediği gibi “edebiyat halkın işidir”. Bu açıdan
minör edebiyat, tam bir Deleuze ve Guattari politikasıdır.
Yasa
Bir Porno Kitabının Üstüne Yazılmıştır
Alışılmış Kafka
yorumlarında karşılaştığımız “suçluluğun önselliği ve “yasanın aşkınlığı” temaları Kafka’daki içkinlik
sahasını yasanın aşkın temsiline ve arzu neşesini suçluluğun önselliğine
indirgeyerek onda mevcut olan devrimci makineyi alt üst eder. Halbuki Kafka’da nomos bütün orijinalliğiyle grotesk bir
şekilde sunulmaktadır. Bu yorumların nirengi noktasını oluşturan Katedralde ve Son bölümlerinin sıralamadaki yeri aslında Max Brod’un
yerleştirmeleridir. Brod’u Kafka’dan aktardığı şekliyle “davanın nihai
duruşmaya ulaşamaması gibi romanda asla sona ermemeli bir bakıma bitirilemez olmalıdır”
kaldı ki Kafka’nın da romanı aslında bitir(e)mediğini biliyoruz. Bu asla
bitirememe durumu oluş sürecinin bitimsiz olması ve içkinlik düzleminin sonsuz
olmasından kaynaklanır. Çünkü Kafka arzunun üzerindedir, onda Deleuze’ün Diyaloglar’daki ifadesiyle bir “sapık
işlev”söz konusudur.
Özellikle Katedralde
bölümünde rahiple yapılan konuşma ve “Yasa önünde” meselesi Yasa’nın doğası
hakkında pek çok yoruma çıkış noktası oluşturmuştur. Burada rahip Yasa için “her
şeyi doğru saymak diye bir zorunluluk yok, sadece her şeyi gerekli saymak
zorunluluğu var” ifadelerini kullanır. Bu yasanın a priori bir doğrulukla
ilişkide olmadığının hatta keyfi bir ilişkiyi, bir rastlantısallığı imlediğinin
itirafı gibidir. Halbuki yasa tartışılmaz bir doğruluk içinde bir toplumsal
temsilde gözükmektedir. Burada Yasanın bir zorundalık olarak değil bir
gereklilik içinde sunulduğunu görmekteyiz. Ve bu durum yasanın aşkınlığını
şüpheli kılmaktadır. Konuşmanın devamında rahip K.nın gidebileceğini söylediğinde
K. şaşırır ancak rahibin cevabı yine yasa ile ilgili pek çok gizi açmaktadır.
Rahip: “Mahkeme senden hiçbir şey istemez. Geldiğin takdirde seni kabul eder ve
gittiğin zaman da bırakır” ifadelerini kullanır. Halbuki suçluluk önsel
olmalıdır. Burada Yasanın gerçek bir bilgi nesnesinden yoksunluğu ortaya
çıkmakta ve yasanın yalnızca kendini sözceleyerek yani cezalandırarak
belirebileceği ortaya çıkmaktadır. Yasa Scholem’in ifadesiyle “hiçbir şey
olarak vahiy”dir. Althusser’in ideoloji teorisinden hatırlanacağı şekilde
Tanrı’nın “Ben, ben olanım” ifadesi gibi yasa’da ancak kendi kendini
sözceleyerek varolabilir. Adlandırıcı dilde ismini vermeyen Tanrı gibi Yasa’nın
da neyi yasakladığı bilinmez. Yasanın bu yüzer-gezerliği aslında onun pratikler
dünyasındaki bir başka arzu olduğunu göstermektedir. Eğer Yasaya ulaşılamıyorsa
bu Yasanın aşkınlığından değil her türlü içsellikten mahrum olmasıdır.
Dava’daki “sınırsız erteleme” hali Yasanın aşkınlığından değil arzunun sonsuz
içkinliğinden gelmektedir. Suçluluksa yine bir başka arzu durumudur. Romanda “Suçluluk,
yargıçların ve hatta avukatların, gerçek bir harekete girişmenize, yani kendi
işinizle ilgilenmenize engel olmak için
size kendi sınırları içinde tuttukları görünür hareketten başka bir şey
değildir asla” ifadelerine rastlamaktayız.”ifadeleri bulunur. Burada suçluluğun
önselliğinin yerine bir başka arzu durumu olan Yasa’nın aşkınlıkla değil
içkinlikle belirdiği açıklığa kavuşur.
İkilinin ifadesiyle “Yasanın varolduğuna inanılan yerde,
aslında arzu ve yalnızca arzu vardır. Adalet arzudur yasa değil”. Yasa arzunun
faşist-paranoyak kutbundan gelen bir kuvvettir. Buna karşın K’da arzunun
şizo-devrimci kutbu söz konusudur. K. adaleti bürolardan bürolara,
altkesitlerden altkesitlere bir hareket içinde aradığında yasanın bir arzu
olarak içkinlik üzerinde bulunduğunu göstermektedir. Eğer üst-yetkili mercilere
ulaşılamıyorsa, bu durum mercilerin ulaşılamazlığına değil, mercilerin yokluğuna işaret eder. Adalet
arzudur ve o her zaman bitişik büroların sonsuzluğunda kulislerdeki fısıltılarda
aranmalıdır. “Yasa Önünde” meselesinde olduğu gibi kapıların asla sonu
gelmeyecektir. Büroların bu sonsuz bitişikliği arzunun bitişikliğidir. Yasanın
bu çoklu girişleri onun bir gösterenle değil arzuyla ilişkide olduğunu
gösterir. Yasanın aşkınlığı aldatıcı bir aşkınlıktır. Sınırsız erteleme hali
arzunun sonsuzluğundan gelmektedir. İkilinin ifadesiyle “Yasa bir porno
kitabının üstüne yazılmıştır” bu onun ikiyüzlülüğünü değil arzuyla ilişkisini
gösterir.
Kafka arzunun sonsuz oluş sahasındadır. Oluşların geniş
coğrafyasında kaybolmuş. Arzusunu sekteye uğratacak bir suçluluğun ya da zevkin
içinden yazmamıştır. K. işlevi oluş işlevidir.
Bu yazı Mesele Dergi 108. sayıda yayınlanmıştır.