9 Eylül 2015 Çarşamba

Çığlığın Sentaksı: Kafka


            Yazmak, öznenin içinde “Ben” diyebildiği bir düzenlemeden çıkması, kurtulması ve bu canlı kaçış çizgisi üzerinde sözcelemin yeni bir kolektif düzenlenişinin peşine düşmesi meselesidir. Gilles Deleuze’ün “Edebiyat ve Hayat”taki ifadesiyle edebiyat “görünen kişilerin ardındaki kişisel olmayanın gücü” keşfedildiği anda var olur. Edebiyat “Ben” deme yetkesine karşı içimizde üçüncü bir tekil şahıs doğduğunda başlar ve bu tekilleşmeye paralel olarak dilin öteki-oluşları keşfedilir. Burada söz konusu olan “Ben”den “O”ya geçerek yazma durumudur. Kendinden çözülme(dissolution of self) durumundaki öznenin “son anda kendini yeniden yakalayabilme umudu”yla kendi yok oluşundan daha hızlı bir yok oluş süreci yaratması ve yıkım deneyimini olumlu bir deneyime dönüştürmesi olarak edebiyat, dili güçlü bir yersizyurtsuzlaşma katsayısına maruz bırakır. Bu yönüyle yazmak asla yaşanmış deneyime bir form kazandırmak ya da hayata bir temsil dayatmak değildir. Söz konusu olan “Mimesis” ya da özdeşlik ilkesi değildir asla, yalnızca “oluş”tur. Yazarak; çöl-oluş, kadın-oluş, hayvan-oluş deneyimlenir. Oluşların sonsuz coğrafyasında bu deneyim tanınamaz-oluşa(becoming-impercetible) dek sürdürülür. Artık özlerin yerini oluşlar ve öznenin yerini ise çizgisellikler almıştır.



Edebiyat, uçlara götürülen dilin temsil edici olmaktan çıkması, oluş sürecinde gerçekleşen gösteren dışı yoğun bir anlatımın dili kapıp sürüklemesi ve bir hezeyanın yarma hareketiyle dil içinde yeni bir dilin yaratılması meselesidir. “Dili savunmanın tek yolu ona saldırmaktır. Her yazar kendi dilini yaratmak zorundadır.” diyordu Marcel Proust. Bu saldırı dili asentaktik sınıra dek yersizyurtsuzlaştırır ve  majör bir dili minör kullanımlara açar.  Bu noktada Franz Kafka’nın deneyimi Majör bir dilde minör-oluşları yakalamanın ve başlı başına minör bir dil yaratmanın en yetkin örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Kafka “gösteren diktatörlüğü”nün aşkın temsilinden “kaçma”yı nasıl başarmıştır? Kafka edebi tecrübesinde gösteren diktatörlüğünün bir dayatması olan “Franz Kafka”yı nasıl yok etmiş ve çığlığa bir sentaks kazandırmayı nasıl başarmıştır? Gilles Deleuze “Diyaloglar”da “Amaç sorulara yanıt vermek değil, onlardan çıkmaktır, kurtulmaktır.” diyordu. Gösteren Diktatörlüğünün dayattığı anlam kaygısını ön plana çıkaran tüm bu sorulardan nasıl çıkılacağını görmek için fötründe “gelmekte olan bir halkın” minör dilini saklayan bu adamın “Dava”sını daha yakından incelemek gerekmekte…

Yazmak Oluştur, ‘Yazar Olmak’ Değil

            Sentaksı parçalayıp dili yeni bir olanaklılık düzlemine kavuşturmak, akımlara şans vermek, “kendi anadilinde kekelemek”, oluşların sonsuz coğrafyasında “zar atmak”; tüm bunlar Deleuze ve Guattari’nin “K. İşlevi” dediği “sapık işlev”in adlandırıcı dilde bir yarma hareketi oluşturan deneyimleridir. Sonsuz bir yersizyurtsuzlaşma hareketi içinde “devrimci-oluş’a hapsolmuş bir minör halk”a bir dil kazandırmak; Kafka’nın estetik yaratı eşliğinde yaptığı buydu.

            Kafka’da gösteren ve gösterilenin özdeşlik ilkesiyle sunulan birlikteliği (gösterge) altüst edilir. Göstergenin büyüsü altında gizlenen dilin keyfi yapısı minör bir dilin olanakları için yeni kullanımlara açılır. Parçalanan dilin, boşlukta kalan harfleri ise adlandırıcı dilin ötesinde oluşacak ve hiçbir akım bağlantısını kodlaştırmayacak bir sentaks için yeni sözcüklerde bir araya gelecektir. Bu dilin moleküler alana açılışı olması bakımından dili minör-oluş biçimlerine açar. Burada söz konusu olan Walter Benjamin’in belirttiği dilsel ve tinsel özün yine yalnızca “kendisini ileten” bir dilde yeni bir bütünlüğe kavuşması değildir. Kafka dilin simgesel, metaforik yani adlandırıcı niteliğine yeni bir üslup için saldırı da bulunmaktadır. “Günlükler”inde “Metaforlar, beni yazma uğraşında umutsuzluğa düşüren pek çok nedenden biri” ifadelerini kullanır. Kafka’nın dile yaptığı şey “metamorfoz”(dönüşüm)dür. Deleuze ve Guattarinin ifadesiyle “metamorfoz metaforun karşıtıdır”, bu tam olarak dili “özdeşlik”ten kurtarmak ve onu “fark”a açmaktır. Kafka bu şekilde dili minör-oluşa açar. Artık yoğun bir metaforik anlatımla ulaşılmaya çalışılan özdeşleşme yerini her biçimle ayıredilemez bir farksızlık noktası yaratmaya yani oluşa girmeye bırakır. Bu bir böceği taklit etmek değil(Mimesis), gerçek bir böcekleşme sürecine girmektir(Metamorfoz). Özler yerini oluşlara bırakmıştır özne moleküler düzeyde yeniden canlanır ve oluşun geniş coğrafyasına katılır. Minör bir dil yaratmak yazarın özne olarak konumunu parçalanmaya tabi tutar. Kafka bu parçalanmanın farkındadır ve Maurice Blanchot’nun da “Yazınsal Uzam”da belirtme ihtiyacı duyduğu gibi yazmadığı zamanlarda Kafka sadece yalnız değil, “Franz Kafka gibi yalnız” olmaktadır. Öte yandan Deleuze “Diyaloglar”da “yazmak oluştur, yazar olmak değil” ifadesini kullanırken tam da bu duruma işaret ediyordu. Kafka yazdığı zamanlarda yakaladığı bir minör dilin içinde “Franz Kafka”yı -kendisine gösteren diktatörlüğü tarafından “adlandırıcı” bir süreçle dayatılan özne konumunu- geride bırakır ve oluş sürecine girer. Geceleri yazmak için uyanık kalan Kafka için bir “Drakula-oluş” söz konusudur. “Gündüzleri tabut-bürosuna kapanan” Kafkaiçin “Franz Kafka ceketi”ni çıkarmak ve tüm diğer oluşlarla ilişkide olmak için Drakula-oluş bir paravan, bir kaçış çizgisi işlevi görür. Kafka dili yersizyurtsuzlaştırarak göçebeleşmektedir. Kafka için “Franz Kafka”dan çıkmak, kurtulmak ve bir göçebe özneye dönüşmek yazmak ile mümkün olmaktadır. Bu yönüyle yazmak Kafka için bir zarurettir.



 “Edebiyat -Gelmekte Olan- Halkın İşidir”

            Kafka anadili olmayan majör bir dilde yazmak konusunda karşılaştığı çıkmazları “yazmama olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü yazma olanaksızlığı.” şeklinde ifade etmektedir. Olanaksızlığa vurgu son raddesinde olsa da Kafka’yı yazmaya iten tam da bu olanaksızlıktan bir olanak, çıkmazdan ise bir çıkış yaratmak zaruretidir. Aksi takdirde kendinden çözülme durumundaki Kafka, Blanchot’nun deyimiyle “kendini son anda yakalama umudu”na dahi sahip olamadığı bir yıkım deneyimi yaşayacaktır. Deleuze ve Guattari bu zarureti “sığınacak yer arayan bir köpek, yuva yapan bir fare gibi yazmak” şeklinde ifade ediyordu. Kafka’nın tuhaf kullanımlara açık Prag Almancasında yaptığı dili radikal bir yersizyurtsuzlaşmaya maruz bırakmaktır. Kafka’nın majör bir dili minörleştiren, sekansları titretip çığlığa bir sentaks kazandıran edebi serüveni anadilinde yazma olanağının elinden alınmış olması, “kendi taşra ağzı”nı bulması ve kendi çöl-oluşunu keşfetmesi sayesindedir. Anadili olmayan bu majör dile olan uzaklık Kafka’nın gösteren ve gösterilen arasındaki keyfi bağı kolaylıkla görmesini ve bu keyfi bağı minör bir kullanım lehine dönüştürmesini sağlamıştır. Burada hatırlatılması gereken Kafka’nın yaptığının gösteren ve gösterilen arasında eski bağı bir kenara bırakıp yeni bir keyfiyet belirlemek, özdeşlik kurmak (dilin metaforik kullanımı) olmadığıdır. Kafka dili eğip büken, onu dönüştüren (dilin metamorfoza uğratılması) bir uğraş içindedir. Kafka, gösteren ve gösterilen arasında dilin göndergeselliğiyle somutlaşan anlamın kayganlığını göstermekte ve dili gösteren-dışı “kusursuz ve biçimlenmemiş bir anlatıma, maddi, yoğun bir anlatıma” ulaştırmaktadır. Kafka’nın dili kavrayış biçiminin linguistikte hakim Saussurecü paradigmaya(Saussure’ün göstergebilim anlayışının “Gösteren Diktatölüğü”nün dili olduğunu söyleyebiliriz) karşı Deleuze ve Guattari’nin savunduğu Hjemslevci içerik ve ifadelerin çokluğuna gönderme yapan linguistik anlayışına daha yakın olduğunu söyleyebiliriz.

            Kafka’nın bu gösteren-dışı dili her şeyi politikleştirir. Gösteren Diktatörlüğüne karşı dili şimdiye dek kullanılmamış anlamlara açma girişimi “kendinden başka bir şey ifade etmeyen” dolaysız bir kaçış çizgisi oluşturur. Öyle ki minör edebiyatın “daracık mekan”ında her şey politiktir. Deleuze ve Guattari “Büyük edebiyat”ları öznenin ardındaki görünmeyen gücün üstünü kapattığı, onu dolayladığı bu şekilde sorunları bir “aile üçgeni” dayatarak ödipalleştirdiği veya bireyselleştirdiği için eleştirirler. Kafka ise minör edebiyatla birlikte sözde nevrozun ardında şizofrenik bir şekilde işleyen toplumsal makinenin(socius) perdesini kaldırmaktadır. Kafka “Babasının vücuduyla kaplayamadığı” bölgelerde yazmaktadır. Tüm haritayı üst-kodlayan Baba’nın despotik makinesine karşı haritadaki boşlukları bulup kaçış çizgilerini takip etmekte ve diliyle büyük edebiyatların gizlediği toplumsal makineyi çıplaklaştırmaktadır. Kafka gösteren-dışı dili ve toplumsal makineyi(indirgeme yapmak pahasına bu “yasa” için de söylenebilir ) grotesk bir sahnede sunan “daracık mekan”ıyla sözcelemin yeni bir kolektif düzenlenişine ulaşır. Deleuze ve Guattari’nin de belirttiği gibi “Özne yoktur, yalnızca kolektif sözcelem düzenlemeleri vardır”, Kafka bir özle(devrimci-öz) özdeşleşmeyi bekleyen majör halk için değil oluşu(devrimci-oluş) taşıyan minör bir halk için yazmaktadır. Kafka sözceyi bozup sözcelemin yeni bir kolektif düzenlenişine giderek tüm sözceye bulaşmış siyasal alanın doğasını değiştirecek olan devrimci makinenin görevini üstlenmektedir. Kafka için “edebiyat halkın işidir”.

Nomos’un Grotesk Sahnesi

            Pek çok Kafka yorumunda duymaya alıştığımız “yasanın aşkınlığı” ve “suçluluğun önselliği” temaları Dava’nın Roland Barthes’ın eleştirdiği “Tanrı-Yazar” konumuna bağlı okumasının sonucudur. Kafka’ya yönelik bu tip okumalar Kafka’nın oluş sürecini ve yasanın grotesk sahnelenişini görmezden gelmekte yani Kafka’nın mizahını sözde “Kafkaesk” bir paranoya adına yok saymaktadır.

Dava’da aşkın bir yasa değil, içkin bir arzu konuşmaktadır. Arzu ise her zaman oluş haline açılır. Deleuze, oluşun tamamlanmamışlık durumuyla süregiden bir süreç olmasına vurgu yapıyor ve “oluş her zaman arada veya aralıktadır” diyordu. Kafka’nın asla tamamlayamadığı öyküleri ve romanları oluş sürecinin asla tamamlanamayan, süregitmekte olmakla ayırt edilen doğası gereğidir. Öyle ki Dava’nın infaz bölümünün son kısımda bulunması dahi aslında bir nevi Max Bod’un şerhidir. Tıpkı “davanın nihai duruşmaya ulaşmayı asla başaramaması gibi, roman da bir bakıma bitirilemez” olmalıdır. Dava’nın her bölümü William Burroughs’un “cut-up” tekniği gibi “metni karıştırarak” okumaya, “herşeyin yerini değiştirmeye” müsaittir. Öte yandan “Tanrı-Yazar” konumuna bağlı okuma yasanın aşkınlığının aldatıcı doğasını bir hakikat olarak öne sürecek, bölümlerin sırasını bir aksiyom olarak sunacak ve tüm kaçış çizgilerinin tıkanmışlığına bir vurgu yaparak eser için bir son arama derdine düşecektir. Romanda nihai davanın gerçekleşememesi dahi “sonsuz bir aşkınlık” sonucu değil “sınırsız bir içkinlik alanı” sebebiyledir. Ancak yasanın aşkınlığına karşı arzunun içkinliğini savunmanın imkanı ne ölçüde mümkündür? Bu soruya bir cevap bulabilmek için yasanın aşkınlığını tartışmamız gerekiyor.

Dava’da yasanın “sınırsız tecil” hali, Giorgio Agamben’in de belirttiği gibi Gerschom Scholem’in, Benjamin’e yazdığı mektupta kullandığı ifadeyi anımsatır: “Hiçbir Şey Olarak Vahiy” (Nichts der Offenbarung). Anlamın sıfır noktasına indirgenmiş, sonsuz bir erteleme sürecindeki yasa “sadece yürürlükte olma” haliyle kendini gösterecektir. Bu durum yasanın neyi yasakladığının bilinmediği, yasanın sınırı ve ihlalinin birbiriyle kenetlenerek giriftleştiği bir “istisna hali”nden başka bir şey değildir ve Dava’da söz konusu olan tam da budur: istisna halinin olağanlaşması...

Yasa tıpkı dil gibi farkında dahi olmadan içinde bulunduğumuz bir yapıdır. Dilde dile gelmeyen bir alan olduğu gibi hukuktan sıyrılmış, sınırsız tecil halindeki yasanın da yasağı bilinemez. Yasa tıpkı gösteren ve gösterilen arasında kurulan “keyfiyet”(gösterge) gibi  işlemektedir. Bu noktada “adlandırıcı insan dili”nin yasayla bu yakınlığını sorunsallaştırmak gereklidir. Katedralde bölümünde K.’nın rahiple sohbetinin satır aralarında dille kenetlenmiş yasanın doğası üzerine pek çok ipucu bulunmaktadır. Rahip güçlü ve talimli bir sesle K. ya seslenir. Kürsüye sırtı dönük K. bu seslenişe cevap verip vermeme arasında kararsız kalır. Burada katedralde yankılanan  “Joseph K.!” sesi ile K.nın tutum alışı arasında geçen zamanda Louis Althusser’in “interpellation”(seslenme, çağırma) teorisini anımsatan bir moment yaşanmaktadır. Seslenme teorisine göre ideoloji –ideoloji kavramı epey tartışmalı olsa da burada nomos’u da aynı kategoriye alabileceğimiz aşikardır- bireyleri, onlara seslenerek özneleştirmektedir. Birey “hey, sen oradaki!” şeklinde seslenen ideolojinin sesine, seslenilenin kendi olduğuna yönelik herhangi bir belirti olmamasına rağmen karşılık verir. Bedenin sese yüz seksen derecelik bu dönüşüyle özneleşme gerçekleşir. Öte yandan Althusser adlandırıcı dilin etkisini de göz ardı etmez. İdeoloji henüz doğum öncesinde dahi bireylere, onları gramatik olarak bir özne şeklinde varsayarak yani adlandırıcı dilde seslenmektedir. Katedralde K.nın yaşadığı durum, yasa’nın adlandırıcı bir şekilde ona çizdiği özne konumunu yani “Joseph K.”yı yine adlandırıcı bir sesle hatırlatması ve yeniden özneleştirmesinden başka bir şey değildir. Althusser ideolojinin yapısının Tanrı’nın Musa’ya verdiği cevapta saklı olduğunu belirtir: “Ben, Ben olanım”. Bu ifade Scholem’i hatırlatan bir şekilde “hiçbir şey olarak vahiy” olma özelliği taşır. Burada gösterenin yine gösterene işaret ederek kendini tanıtmakta olduğu bir durum ve söyleminin içinde belirleyici bir “susku” payı bırakan bir ses söz konusudur. Adlandırıcı dilde ismini vermeyen Tanrı’nın gücü gibi, yasağını belirtmeyen yasa’nın gücü de onun “boş gösteren”( Laclau’nun “empty-floating- signifier” olarak belirttiği gösterene benzer şekilde) olmasından kaynaklanır. Benjamin “Anababalar, çocuklarını adlandırarak onları Tanrı'ya adar” diyordu. Adlandırmanın, yüzer-gezer bir gösteren olarak tüm gösterilenleri kendine tabi kılma keyfiyetine sahip olan yasanın doğası olduğu Katedralde bölümünde hissedilir. Seslenmeye karşılık veren K. rahip kürsüsünün hemen önündeki sıraya oturur. Rahibin yüksekte, K.’nın ise alçakta olduğu bu an yüksekteki göstereni(rahip) ve alçaktaki gösterileniyle(K.) tam bir gösterge görünümü sunar. Ancak Kafka’nın adlandırmanın dışındaki –dili metamorfoza uğratan- üslubu bu anın “yüceliği” ve “büyüsü”nü paramparça eder. Bu yasanın grotesk sahnelenişinden başka bir şey değildir.



Anlamın sıfır noktasına indirgenmiş hukuk olarak yasa’ya karşı Kant’ın belirttiği “saygı” (Achtung) Joseph K.’da bulunmakla birlikte onda her zaman için söz konusu saygıdan “kaçan” birşeyler mevcuttur. K. avukat tutmayı reddettiğinde, adliyede odalardan odalara girdiğinde, rahibin onaylamadığını hatırlattığı kadınlardan yardım aldığında yasanın temsilinden kaçan şeyin peşindedir. Davadan aklanmanın peşinde değil, bir kaçış çizgisi üzerindedir. Rahipten nasıl aklanabileceğine yönelik bir tavsiye değil, “davanın çemberinin nasıl yarılabileceğini, çevresinin nasıl dolanılabileceğini” bu davanın dışında nasıl yaşanabileceğini gösteren bir tavsiye bekler. K., Deleuze ve Guattari’nin ifadesiyle “özgürlük değil, bir çıkış, saldırı değil, canlı bir kaçış çizgisi” peşindedir.            
Yasanın Aldatıcı Aşkınlığına Karşı İçkin Arzu

            Katedralde bölümünün izleyen sayfalarında rahip “Yasa Önünde” meselini anlatır. K.’nın çok etkilendiği hikayeye tepkisi taşradan gelen adamın aldatıldığı yönünde olur. Ancak rahip ikna edici bir şekilde taşradan gelen adamın aldatılmadığını hatta tam aksine kapı bekçisinin aldatılmış olabileceğini açıklar. K. bekçinin söylediği her şeyi doğru sanmanın yanlışlığını dile getirir. Bunun karşılığında rahibin verdiği cevap yasanın aşkınlığı hakkında düşündürücüdür: “her şeyi doğru saymak diye bir zorunluluk yok, sadece herşeyi gerekli saymak zorunluluğu var”. Burada rahibin ifadeleri yasanın doğruluk veya yanlışlıkla hiçbir ilgisinin olmadığını onun yalnızca gerekli olduğunu ifade etmektedir. Öte yandan bu yasanın keyfiliğini itiraf etmekten başka bir şey değildir. Kafası epey karışmış olan K. bürokratik makinenin bir parçası olan bu “hapishane rahibinin” kendisine yönelik samimi tavrını şaşırtıcı bulur ve rahibin kendisini salıvermesine şaşırır. Rahibin cevabı yine ilginç ve yasanın doğasına yönelik açıklarla doludur: “Senden neden bir şey isteyeyim. Mahkeme senden hiçbir şey istemez. Geldiğin takdirde seni kabul eder ve gittiğin zaman da bırakır”. Mahkemenin söz konusu beklentisizliği Agamben’in ifadesiyle “nomos’un orijinal yapısı”nı ifade eder.

            Yasa beklentisiz bir zorundalık durumu olarak sunulur. Ancak Titorelli’nin K. ile arasındaki sohbette ifade ettiği gibi adalet bir zorundalıktan ziyade bir rastlantı olarak işler. yasa deneysel(rastlantısal) bir sonucun aşkın bir temsilde konumlandırılmasıdır. Bu onun aşkınlığını şüpheli kılmaktadır. Raslantısal olanı bir kaçınılmaz ya da bir gereklilik olarak bir temsile konumlandırmak onun soyut bir düzlemde kaçılamayacak bir doğru yani aşkın olmadığını gösterir. Buradaki sorun belki de adlandırıcı bir şekilde işleyen yasanın sesine karşılık verme, aslında ondan bir şey beklemeyen mahkemeden bir şey bekleme, mahkemeye herhangi bir somut zorlama altında kalmaksızın gönüllü bir şekilde katılma sorunudur. Anlamı olmadan yürürlükte olan yasa tarafından Joseph K. dava edilmektedir. Bu durum Agamben’in de ifade ettiği gibi “Joseph K.’nın varoluşu ve bedeninin dava olması” durumudur. Bu durumda yasadan aklanma beklemek yerine “Joseph K.”dan kaçmak ve tanınamaz olana dek oluşa girmek gerekmektedir. Çünkü artık dava tam da özne olarak Joseph K. konumudur. Halbuki suçluluk yasanın aşkınlığına bağlı olarak önsel olmak zorundadır. Ancak yasanın boş gösteren olarak gerçek bir bilgi nesnesinden mahrum olması onun yalnızca pratik edilen doğasını ortaya çıkarır. Yasa yalnızca kendini sözceleyerek belirir ve yasanın gösterileni olarak bireyin yasayla kurulan keyfi ilişkiyi bir gerçekmiş gibi yaşaması yani özneleşmesi, yasayı pratik etmesi yasayı var eder. Bu yasanın içkin bir düzlemde var olan yüzer-gezer(floating) bir gösteren olduğunu açıklığa kavuşturur.  Burada Agamben’in taşradan gelen adam meselindeki nihai yorumundan(bir şeyin nasıl olmuyor görünerek gerçekten olduğuna yönelik savı) ayrışıp Deleuze ve Guattari’nin yorumuna yani yasanın bir arzu olarak içkinliğine yakınlaşıyoruz. Deleuze ve Guattari için söz konusu olan yasanın kapısını kapatmak amacıyla uzun bir strateji belirlemek değildir. İkili için yalnızca ezilenlerin gerçekleştirebileceği gerçek bir istisnai durum yaratmanın koşulları yasadan “kaçmak”tan, asla onun kapısına gitmemek ve ondan adalet beklememekten ya da yasayı bürodan büroya altkesitliliklerde yani yasayı aşkın bir temsilde değil içkin bir düzlemde aramaktan geçmektedir.


            Yasanın ulaşılamazlığı onun “aşkınlığına çekilmesinden değil, yalnızca her türlü içsellikten yoksun olmasından” kaynaklanmaktadır. Yasa kendisiyle ilgili aldatıcı bir aşkınlık yaratmasına rağmen aslında içkin bir düzlemde pratik edilmektedir. Yasa kaçınılmaz değil, rastlantısaldır. Yasa içkinlik düzlemindeki bir başka arzudur. Özneyi kendi itaat edişinden aldığı hazza bağımlı kılan bu arzuya karşı oluşa açılmak gerekmektedir. Deleuze ve Guattari söz konusu durumu “yasanın var olduğuna inanılan yerde, aslında arzu ve yalnızca arzu vardır” şeklinde ifade etmektedir. Bu noktada Dava’nın “her türlü aşkın aklanmanın parçalanması” ve önsel suçluluğun kendi yüzünü kaybeden tanınamaz-oluşta unutulması olduğunu söyleyebiliriz.


            Kafka’da yaşamın herhangi bir kişisel güçle ilgisi olmadığı açıklığa kavuşur. Yazmak söz konusu olduğunda yaşamı kişisel olmayan bir güce kavuşturmak, bir halka minör bir dil kazandırmak, içkinlik düzleminde arzuyu moleküler bir düzeyde yeniden canlandırmak ve oluşların geniş coğrafyasında kaybolmak gereklidir. Kimdir Kafka? Kim olduğuna yönelik sorulara aldırış etmeyen bir “estet” mi? Tuhaf bir münzevi, umutsuz bir yazar ya da neşeli bir deli mi? Tüm bu soruların cevabı “hepsidir ve hiçbirisi değildir” olacaktır. Çünkü onda hepsinin “oluş”u saklıdır.

Çağrı Uluğer