Yazmak,
öznenin içinde “Ben” diyebildiği bir düzenlemeden çıkması, kurtulması ve bu canlı
kaçış çizgisi üzerinde sözcelemin yeni bir kolektif düzenlenişinin peşine
düşmesi meselesidir. Gilles Deleuze’ün “Edebiyat
ve Hayat”taki ifadesiyle edebiyat “görünen kişilerin ardındaki kişisel
olmayanın gücü” keşfedildiği anda var olur. Edebiyat “Ben” deme yetkesine karşı
içimizde üçüncü bir tekil şahıs doğduğunda başlar ve bu tekilleşmeye paralel
olarak dilin öteki-oluşları keşfedilir. Burada söz konusu olan “Ben”den “O”ya
geçerek yazma durumudur. Kendinden çözülme(dissolution of self) durumundaki
öznenin “son anda kendini yeniden yakalayabilme umudu”yla kendi yok oluşundan
daha hızlı bir yok oluş süreci yaratması ve yıkım deneyimini olumlu bir deneyime
dönüştürmesi olarak edebiyat, dili güçlü bir yersizyurtsuzlaşma katsayısına
maruz bırakır. Bu yönüyle yazmak asla yaşanmış deneyime bir form kazandırmak ya
da hayata bir temsil dayatmak değildir. Söz konusu olan “Mimesis” ya da
özdeşlik ilkesi değildir asla, yalnızca “oluş”tur. Yazarak; çöl-oluş, kadın-oluş,
hayvan-oluş deneyimlenir. Oluşların sonsuz coğrafyasında bu deneyim
tanınamaz-oluşa(becoming-impercetible) dek sürdürülür. Artık özlerin yerini
oluşlar ve öznenin yerini ise çizgisellikler almıştır.
Edebiyat,
uçlara götürülen dilin temsil edici olmaktan çıkması, oluş sürecinde
gerçekleşen gösteren dışı yoğun bir anlatımın dili kapıp sürüklemesi ve bir
hezeyanın yarma hareketiyle dil içinde yeni bir dilin yaratılması meselesidir. “Dili
savunmanın tek yolu ona saldırmaktır. Her yazar kendi dilini yaratmak
zorundadır.” diyordu Marcel Proust. Bu saldırı dili asentaktik sınıra dek
yersizyurtsuzlaştırır ve majör bir dili
minör kullanımlara açar. Bu noktada Franz
Kafka’nın deneyimi Majör bir dilde minör-oluşları yakalamanın ve başlı başına
minör bir dil yaratmanın en yetkin örneklerinden biri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Kafka “gösteren diktatörlüğü”nün aşkın temsilinden “kaçma”yı nasıl
başarmıştır? Kafka edebi tecrübesinde gösteren diktatörlüğünün bir dayatması
olan “Franz Kafka”yı nasıl yok etmiş ve çığlığa bir sentaks kazandırmayı nasıl
başarmıştır? Gilles Deleuze “Diyaloglar”da
“Amaç sorulara yanıt vermek değil, onlardan çıkmaktır, kurtulmaktır.” diyordu.
Gösteren Diktatörlüğünün dayattığı anlam kaygısını ön plana çıkaran tüm bu
sorulardan nasıl çıkılacağını görmek için fötründe “gelmekte olan bir halkın”
minör dilini saklayan bu adamın “Dava”sını daha yakından incelemek gerekmekte…
Yazmak Oluştur, ‘Yazar
Olmak’ Değil
Sentaksı parçalayıp dili yeni bir
olanaklılık düzlemine kavuşturmak, akımlara şans vermek, “kendi anadilinde
kekelemek”, oluşların sonsuz coğrafyasında “zar atmak”; tüm bunlar Deleuze ve
Guattari’nin “K. İşlevi” dediği “sapık işlev”in adlandırıcı dilde bir yarma
hareketi oluşturan deneyimleridir. Sonsuz bir yersizyurtsuzlaşma hareketi
içinde “devrimci-oluş’a hapsolmuş bir minör halk”a bir dil kazandırmak;
Kafka’nın estetik yaratı eşliğinde yaptığı buydu.
Kafka’da gösteren ve gösterilenin
özdeşlik ilkesiyle sunulan birlikteliği (gösterge) altüst edilir. Göstergenin
büyüsü altında gizlenen dilin keyfi yapısı minör bir dilin olanakları için yeni
kullanımlara açılır. Parçalanan dilin, boşlukta kalan harfleri ise adlandırıcı
dilin ötesinde oluşacak ve hiçbir akım bağlantısını kodlaştırmayacak bir
sentaks için yeni sözcüklerde bir araya gelecektir. Bu dilin moleküler alana
açılışı olması bakımından dili minör-oluş biçimlerine açar. Burada söz konusu
olan Walter Benjamin’in belirttiği dilsel ve tinsel özün yine yalnızca
“kendisini ileten” bir dilde yeni bir bütünlüğe kavuşması değildir. Kafka dilin
simgesel, metaforik yani adlandırıcı niteliğine yeni bir üslup için saldırı da
bulunmaktadır. “Günlükler”inde “Metaforlar,
beni yazma uğraşında umutsuzluğa düşüren pek çok nedenden biri” ifadelerini
kullanır. Kafka’nın dile yaptığı şey “metamorfoz”(dönüşüm)dür. Deleuze ve
Guattarinin ifadesiyle “metamorfoz metaforun karşıtıdır”, bu tam olarak dili
“özdeşlik”ten kurtarmak ve onu “fark”a açmaktır. Kafka bu şekilde dili minör-oluşa
açar. Artık yoğun bir metaforik anlatımla ulaşılmaya çalışılan özdeşleşme
yerini her biçimle ayıredilemez bir farksızlık noktası yaratmaya yani oluşa
girmeye bırakır. Bu bir böceği taklit etmek değil(Mimesis), gerçek bir
böcekleşme sürecine girmektir(Metamorfoz). Özler yerini oluşlara bırakmıştır
özne moleküler düzeyde yeniden canlanır ve oluşun geniş coğrafyasına katılır.
Minör bir dil yaratmak yazarın özne olarak konumunu parçalanmaya tabi tutar.
Kafka bu parçalanmanın farkındadır ve Maurice Blanchot’nun da “Yazınsal Uzam”da belirtme ihtiyacı
duyduğu gibi yazmadığı zamanlarda Kafka sadece yalnız değil, “Franz Kafka gibi
yalnız” olmaktadır. Öte yandan Deleuze “Diyaloglar”da
“yazmak oluştur, yazar olmak değil” ifadesini kullanırken tam da bu duruma
işaret ediyordu. Kafka yazdığı zamanlarda yakaladığı bir minör dilin içinde
“Franz Kafka”yı -kendisine gösteren diktatörlüğü tarafından “adlandırıcı” bir
süreçle dayatılan özne konumunu- geride bırakır ve oluş sürecine girer. Geceleri
yazmak için uyanık kalan Kafka için bir “Drakula-oluş” söz konusudur.
“Gündüzleri tabut-bürosuna kapanan” Kafkaiçin “Franz Kafka ceketi”ni çıkarmak
ve tüm diğer oluşlarla ilişkide olmak için Drakula-oluş bir paravan, bir kaçış
çizgisi işlevi görür. Kafka dili yersizyurtsuzlaştırarak göçebeleşmektedir. Kafka
için “Franz Kafka”dan çıkmak, kurtulmak ve bir göçebe özneye dönüşmek yazmak
ile mümkün olmaktadır. Bu yönüyle yazmak Kafka için bir zarurettir.
“Edebiyat -Gelmekte Olan- Halkın İşidir”
Kafka anadili olmayan
majör bir dilde yazmak konusunda karşılaştığı çıkmazları “yazmama
olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü yazma olanaksızlığı.”
şeklinde ifade etmektedir. Olanaksızlığa
vurgu son raddesinde olsa da Kafka’yı yazmaya iten tam da bu olanaksızlıktan
bir olanak, çıkmazdan ise bir çıkış yaratmak zaruretidir. Aksi takdirde kendinden
çözülme durumundaki Kafka, Blanchot’nun deyimiyle “kendini son anda yakalama
umudu”na dahi sahip olamadığı bir yıkım deneyimi yaşayacaktır. Deleuze ve
Guattari bu zarureti “sığınacak yer arayan bir köpek, yuva yapan bir fare gibi
yazmak” şeklinde ifade ediyordu. Kafka’nın tuhaf kullanımlara açık Prag
Almancasında yaptığı dili radikal bir yersizyurtsuzlaşmaya maruz bırakmaktır.
Kafka’nın majör bir dili minörleştiren, sekansları titretip çığlığa bir sentaks
kazandıran edebi serüveni anadilinde
yazma olanağının elinden alınmış olması, “kendi taşra ağzı”nı bulması ve kendi
çöl-oluşunu keşfetmesi sayesindedir. Anadili olmayan bu majör dile olan uzaklık
Kafka’nın gösteren ve gösterilen arasındaki keyfi bağı kolaylıkla görmesini ve
bu keyfi bağı minör bir kullanım lehine dönüştürmesini sağlamıştır. Burada
hatırlatılması gereken Kafka’nın yaptığının gösteren ve gösterilen arasında
eski bağı bir kenara bırakıp yeni bir keyfiyet belirlemek, özdeşlik kurmak
(dilin metaforik kullanımı) olmadığıdır. Kafka dili eğip büken, onu dönüştüren
(dilin metamorfoza uğratılması) bir uğraş içindedir. Kafka, gösteren ve
gösterilen arasında dilin göndergeselliğiyle somutlaşan anlamın kayganlığını göstermekte
ve dili gösteren-dışı “kusursuz ve biçimlenmemiş bir anlatıma, maddi, yoğun bir
anlatıma” ulaştırmaktadır. Kafka’nın dili kavrayış biçiminin linguistikte hakim
Saussurecü paradigmaya(Saussure’ün göstergebilim anlayışının “Gösteren
Diktatölüğü”nün dili olduğunu söyleyebiliriz) karşı Deleuze ve Guattari’nin savunduğu
Hjemslevci içerik ve ifadelerin çokluğuna gönderme yapan linguistik anlayışına
daha yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Kafka’nın bu gösteren-dışı dili her
şeyi politikleştirir. Gösteren Diktatörlüğüne karşı dili şimdiye dek
kullanılmamış anlamlara açma girişimi “kendinden başka bir şey ifade etmeyen”
dolaysız bir kaçış çizgisi oluşturur. Öyle ki minör edebiyatın “daracık mekan”ında
her şey politiktir. Deleuze ve Guattari “Büyük edebiyat”ları öznenin ardındaki
görünmeyen gücün üstünü kapattığı, onu dolayladığı bu şekilde sorunları bir
“aile üçgeni” dayatarak ödipalleştirdiği veya bireyselleştirdiği için
eleştirirler. Kafka ise minör edebiyatla birlikte sözde nevrozun ardında
şizofrenik bir şekilde işleyen toplumsal makinenin(socius) perdesini
kaldırmaktadır. Kafka “Babasının vücuduyla kaplayamadığı” bölgelerde
yazmaktadır. Tüm haritayı üst-kodlayan Baba’nın despotik makinesine karşı
haritadaki boşlukları bulup kaçış çizgilerini takip etmekte ve diliyle büyük
edebiyatların gizlediği toplumsal makineyi çıplaklaştırmaktadır. Kafka
gösteren-dışı dili ve toplumsal makineyi(indirgeme yapmak pahasına bu “yasa”
için de söylenebilir ) grotesk bir sahnede sunan “daracık mekan”ıyla sözcelemin
yeni bir kolektif düzenlenişine ulaşır. Deleuze ve Guattari’nin de belirttiği
gibi “Özne yoktur, yalnızca kolektif
sözcelem düzenlemeleri vardır”, Kafka bir özle(devrimci-öz) özdeşleşmeyi
bekleyen majör halk için değil oluşu(devrimci-oluş) taşıyan minör bir halk için
yazmaktadır. Kafka sözceyi bozup sözcelemin yeni bir kolektif düzenlenişine
giderek tüm sözceye bulaşmış siyasal alanın doğasını değiştirecek olan devrimci
makinenin görevini üstlenmektedir. Kafka için “edebiyat halkın işidir”.
Nomos’un Grotesk
Sahnesi
Pek çok Kafka yorumunda
duymaya alıştığımız “yasanın aşkınlığı” ve “suçluluğun önselliği” temaları
Dava’nın Roland Barthes’ın eleştirdiği “Tanrı-Yazar” konumuna bağlı okumasının
sonucudur. Kafka’ya yönelik bu tip okumalar Kafka’nın oluş sürecini ve yasanın
grotesk sahnelenişini görmezden gelmekte yani Kafka’nın mizahını sözde
“Kafkaesk” bir paranoya adına yok saymaktadır.
Dava’da
aşkın bir yasa değil, içkin bir arzu konuşmaktadır. Arzu ise her zaman oluş
haline açılır. Deleuze, oluşun tamamlanmamışlık durumuyla süregiden bir süreç
olmasına vurgu yapıyor ve “oluş her zaman arada veya aralıktadır” diyordu. Kafka’nın
asla tamamlayamadığı öyküleri ve romanları oluş sürecinin asla tamamlanamayan,
süregitmekte olmakla ayırt edilen doğası gereğidir. Öyle ki Dava’nın infaz
bölümünün son kısımda bulunması dahi aslında bir nevi Max Bod’un şerhidir.
Tıpkı “davanın nihai duruşmaya ulaşmayı asla başaramaması gibi, roman da bir
bakıma bitirilemez” olmalıdır. Dava’nın her bölümü William Burroughs’un
“cut-up” tekniği gibi “metni karıştırarak” okumaya, “herşeyin yerini
değiştirmeye” müsaittir. Öte yandan “Tanrı-Yazar” konumuna bağlı okuma yasanın
aşkınlığının aldatıcı doğasını bir hakikat olarak öne sürecek, bölümlerin
sırasını bir aksiyom olarak sunacak ve tüm kaçış çizgilerinin tıkanmışlığına
bir vurgu yaparak eser için bir son arama derdine düşecektir. Romanda nihai
davanın gerçekleşememesi dahi “sonsuz bir aşkınlık” sonucu değil “sınırsız bir
içkinlik alanı” sebebiyledir. Ancak yasanın aşkınlığına karşı arzunun
içkinliğini savunmanın imkanı ne ölçüde mümkündür? Bu soruya bir cevap
bulabilmek için yasanın aşkınlığını tartışmamız gerekiyor.
Dava’da
yasanın “sınırsız tecil” hali, Giorgio Agamben’in de belirttiği gibi Gerschom
Scholem’in, Benjamin’e yazdığı mektupta kullandığı ifadeyi anımsatır: “Hiçbir
Şey Olarak Vahiy” (Nichts der Offenbarung). Anlamın sıfır noktasına
indirgenmiş, sonsuz bir erteleme sürecindeki yasa “sadece yürürlükte olma”
haliyle kendini gösterecektir. Bu durum yasanın neyi yasakladığının
bilinmediği, yasanın sınırı ve ihlalinin birbiriyle kenetlenerek giriftleştiği
bir “istisna hali”nden başka bir şey değildir ve Dava’da söz konusu olan tam da
budur: istisna halinin olağanlaşması...
Yasa
tıpkı dil gibi farkında dahi olmadan içinde bulunduğumuz bir yapıdır. Dilde
dile gelmeyen bir alan olduğu gibi hukuktan sıyrılmış, sınırsız tecil halindeki
yasanın da yasağı bilinemez. Yasa tıpkı gösteren ve gösterilen arasında kurulan
“keyfiyet”(gösterge) gibi işlemektedir.
Bu noktada “adlandırıcı insan dili”nin yasayla bu yakınlığını sorunsallaştırmak
gereklidir. Katedralde bölümünde
K.’nın rahiple sohbetinin satır aralarında dille kenetlenmiş yasanın doğası
üzerine pek çok ipucu bulunmaktadır. Rahip güçlü ve talimli bir sesle K. ya
seslenir. Kürsüye sırtı dönük K. bu seslenişe cevap verip vermeme arasında
kararsız kalır. Burada katedralde yankılanan “Joseph K.!” sesi ile K.nın tutum alışı
arasında geçen zamanda Louis Althusser’in “interpellation”(seslenme, çağırma)
teorisini anımsatan bir moment yaşanmaktadır. Seslenme teorisine göre ideoloji –ideoloji
kavramı epey tartışmalı olsa da burada nomos’u da aynı kategoriye
alabileceğimiz aşikardır- bireyleri, onlara seslenerek özneleştirmektedir.
Birey “hey, sen oradaki!” şeklinde seslenen ideolojinin sesine, seslenilenin
kendi olduğuna yönelik herhangi bir belirti olmamasına rağmen karşılık verir.
Bedenin sese yüz seksen derecelik bu dönüşüyle özneleşme gerçekleşir. Öte yandan
Althusser adlandırıcı dilin etkisini de göz ardı etmez. İdeoloji henüz doğum
öncesinde dahi bireylere, onları gramatik olarak bir özne şeklinde varsayarak
yani adlandırıcı dilde seslenmektedir. Katedralde K.nın yaşadığı durum, yasa’nın
adlandırıcı bir şekilde ona çizdiği özne konumunu yani “Joseph K.”yı yine
adlandırıcı bir sesle hatırlatması ve yeniden özneleştirmesinden başka bir şey
değildir. Althusser ideolojinin yapısının Tanrı’nın Musa’ya verdiği cevapta
saklı olduğunu belirtir: “Ben, Ben olanım”. Bu ifade Scholem’i hatırlatan bir
şekilde “hiçbir şey olarak vahiy” olma özelliği taşır. Burada gösterenin yine
gösterene işaret ederek kendini tanıtmakta olduğu bir durum ve söyleminin
içinde belirleyici bir “susku” payı bırakan bir ses söz konusudur. Adlandırıcı
dilde ismini vermeyen Tanrı’nın gücü gibi, yasağını belirtmeyen yasa’nın gücü
de onun “boş gösteren”( Laclau’nun “empty-floating- signifier” olarak
belirttiği gösterene benzer şekilde) olmasından kaynaklanır. Benjamin “Anababalar,
çocuklarını adlandırarak onları Tanrı'ya adar” diyordu. Adlandırmanın,
yüzer-gezer bir gösteren olarak tüm gösterilenleri kendine tabi kılma
keyfiyetine sahip olan yasanın doğası olduğu Katedralde bölümünde hissedilir. Seslenmeye karşılık veren K. rahip
kürsüsünün hemen önündeki sıraya oturur. Rahibin yüksekte, K.’nın ise alçakta
olduğu bu an yüksekteki göstereni(rahip) ve alçaktaki gösterileniyle(K.) tam
bir gösterge görünümü sunar. Ancak Kafka’nın adlandırmanın dışındaki –dili
metamorfoza uğratan- üslubu bu anın “yüceliği” ve “büyüsü”nü paramparça eder.
Bu yasanın grotesk sahnelenişinden başka bir şey değildir.
Anlamın
sıfır noktasına indirgenmiş hukuk olarak yasa’ya karşı Kant’ın belirttiği
“saygı” (Achtung) Joseph K.’da bulunmakla birlikte onda her zaman için söz
konusu saygıdan “kaçan” birşeyler mevcuttur. K. avukat tutmayı reddettiğinde,
adliyede odalardan odalara girdiğinde, rahibin onaylamadığını hatırlattığı
kadınlardan yardım aldığında yasanın temsilinden kaçan şeyin peşindedir. Davadan
aklanmanın peşinde değil, bir kaçış çizgisi üzerindedir. Rahipten nasıl
aklanabileceğine yönelik bir tavsiye değil, “davanın çemberinin nasıl
yarılabileceğini, çevresinin nasıl dolanılabileceğini” bu davanın dışında nasıl
yaşanabileceğini gösteren bir tavsiye bekler. K., Deleuze ve Guattari’nin
ifadesiyle “özgürlük değil, bir çıkış, saldırı değil, canlı bir kaçış çizgisi”
peşindedir.
Yasanın Aldatıcı
Aşkınlığına Karşı İçkin Arzu
Katedralde
bölümünün izleyen sayfalarında rahip “Yasa Önünde” meselini anlatır. K.’nın çok
etkilendiği hikayeye tepkisi taşradan gelen adamın aldatıldığı yönünde olur.
Ancak rahip ikna edici bir şekilde taşradan gelen adamın aldatılmadığını hatta
tam aksine kapı bekçisinin aldatılmış olabileceğini açıklar. K. bekçinin
söylediği her şeyi doğru sanmanın yanlışlığını dile getirir. Bunun karşılığında
rahibin verdiği cevap yasanın aşkınlığı hakkında düşündürücüdür: “her şeyi
doğru saymak diye bir zorunluluk yok, sadece herşeyi gerekli saymak zorunluluğu
var”. Burada rahibin ifadeleri yasanın doğruluk veya yanlışlıkla hiçbir
ilgisinin olmadığını onun yalnızca gerekli olduğunu ifade etmektedir. Öte
yandan bu yasanın keyfiliğini itiraf etmekten başka bir şey değildir. Kafası
epey karışmış olan K. bürokratik makinenin bir parçası olan bu “hapishane
rahibinin” kendisine yönelik samimi tavrını şaşırtıcı bulur ve rahibin
kendisini salıvermesine şaşırır. Rahibin cevabı yine ilginç ve yasanın doğasına
yönelik açıklarla doludur: “Senden neden bir şey isteyeyim. Mahkeme senden
hiçbir şey istemez. Geldiğin takdirde seni kabul eder ve gittiğin zaman da
bırakır”. Mahkemenin söz konusu beklentisizliği Agamben’in ifadesiyle “nomos’un
orijinal yapısı”nı ifade eder.
Yasa beklentisiz bir zorundalık durumu olarak sunulur. Ancak Titorelli’nin K. ile arasındaki sohbette ifade
ettiği gibi adalet bir zorundalıktan ziyade bir rastlantı olarak işler. yasa
deneysel(rastlantısal) bir sonucun aşkın bir temsilde konumlandırılmasıdır. Bu
onun aşkınlığını şüpheli kılmaktadır. Raslantısal olanı bir kaçınılmaz ya da
bir gereklilik olarak bir temsile konumlandırmak onun soyut bir düzlemde
kaçılamayacak bir doğru yani aşkın olmadığını gösterir. Buradaki sorun belki de
adlandırıcı bir şekilde işleyen yasanın sesine karşılık verme, aslında ondan
bir şey beklemeyen mahkemeden bir şey bekleme, mahkemeye herhangi bir somut
zorlama altında kalmaksızın gönüllü bir şekilde katılma sorunudur. Anlamı olmadan
yürürlükte olan yasa tarafından Joseph K. dava edilmektedir. Bu durum
Agamben’in de ifade ettiği gibi “Joseph K.’nın varoluşu ve bedeninin dava
olması” durumudur. Bu durumda yasadan aklanma beklemek yerine “Joseph K.”dan
kaçmak ve tanınamaz olana dek oluşa girmek gerekmektedir. Çünkü artık dava tam
da özne olarak Joseph K. konumudur. Halbuki suçluluk yasanın aşkınlığına bağlı
olarak önsel olmak zorundadır. Ancak yasanın boş gösteren olarak gerçek bir
bilgi nesnesinden mahrum olması onun yalnızca pratik edilen doğasını ortaya
çıkarır. Yasa yalnızca kendini sözceleyerek belirir ve yasanın gösterileni
olarak bireyin yasayla kurulan keyfi ilişkiyi bir gerçekmiş gibi yaşaması yani
özneleşmesi, yasayı pratik etmesi yasayı var eder. Bu yasanın içkin bir düzlemde
var olan yüzer-gezer(floating) bir gösteren olduğunu açıklığa kavuşturur. Burada Agamben’in taşradan gelen adam
meselindeki nihai yorumundan(bir şeyin nasıl olmuyor görünerek gerçekten olduğuna
yönelik savı) ayrışıp Deleuze ve Guattari’nin yorumuna yani yasanın bir arzu
olarak içkinliğine yakınlaşıyoruz. Deleuze ve Guattari için söz konusu olan yasanın
kapısını kapatmak amacıyla uzun bir strateji belirlemek değildir. İkili için
yalnızca ezilenlerin gerçekleştirebileceği gerçek bir istisnai durum yaratmanın
koşulları yasadan “kaçmak”tan, asla onun kapısına gitmemek ve ondan adalet beklememekten
ya da yasayı bürodan büroya altkesitliliklerde yani yasayı aşkın bir temsilde
değil içkin bir düzlemde aramaktan geçmektedir.
Yasanın ulaşılamazlığı onun “aşkınlığına
çekilmesinden değil, yalnızca her türlü içsellikten yoksun olmasından”
kaynaklanmaktadır. Yasa kendisiyle ilgili aldatıcı bir aşkınlık yaratmasına
rağmen aslında içkin bir düzlemde pratik edilmektedir. Yasa kaçınılmaz değil,
rastlantısaldır. Yasa içkinlik düzlemindeki bir başka arzudur. Özneyi kendi
itaat edişinden aldığı hazza bağımlı kılan bu arzuya karşı oluşa açılmak
gerekmektedir. Deleuze ve Guattari söz konusu durumu “yasanın var olduğuna
inanılan yerde, aslında arzu ve yalnızca arzu vardır” şeklinde ifade
etmektedir. Bu noktada Dava’nın “her türlü aşkın aklanmanın parçalanması” ve
önsel suçluluğun kendi yüzünü kaybeden tanınamaz-oluşta unutulması olduğunu
söyleyebiliriz.
Kafka’da yaşamın herhangi bir
kişisel güçle ilgisi olmadığı açıklığa kavuşur. Yazmak söz konusu olduğunda
yaşamı kişisel olmayan bir güce kavuşturmak, bir halka minör bir dil
kazandırmak, içkinlik düzleminde arzuyu moleküler bir düzeyde yeniden
canlandırmak ve oluşların geniş coğrafyasında kaybolmak gereklidir. Kimdir
Kafka? Kim olduğuna yönelik sorulara aldırış etmeyen bir “estet” mi? Tuhaf bir
münzevi, umutsuz bir yazar ya da neşeli bir deli mi? Tüm bu soruların cevabı
“hepsidir ve hiçbirisi değildir” olacaktır. Çünkü onda hepsinin “oluş”u
saklıdır.
Çağrı Uluğer
Çağrı Uluğer